Efsaneler-Soylenceler
EFSANELER/SÖYLENCELER (13)
Yayınlanma:
BEY BÖYREK HİKÂYESİ
Dünya mitolojisinde görüleceği gibi; Hindu, Kızılderili, doğu, batı, hatta buzul ülkelerinde bile mit aynı, kahramanlar ve kahramanlık öyküleri farklı. Bütün toplumlar (eski Yunan da dâhil) olayları mitleştirmiş, efsaneler yaratmış, söylencelere önem vermiş, nesillerden nesillere aktarmış ve aktarmalar sırasında değiştirmiş. Efsaneler incelendiğinde görünürde farklı pek çok anlatıyı birbirine yaklaştıran kesişme noktaları vardır. Aynı yerde geçen farklı hikayeler, aynı kişiye ait olup farklı yerlerde anlatılan hikayeler, aynı hikayelerin farklı yer ve kişilere adapte edilerek söylenmesi gibi… (Afyon Kalesi’nde Bey Böyrek, Battal Gazi… gibi kahramanlara ait anlatılar.
“Dünya söylencelerini incelemenin aynı derecede önem taşıyan bir yönü de okuyucunun kendisini daha iyi anlaması, kendi yaşamını daha iyi değerlendirebilmesidir. Her kültürün söylence kahramanları gibi, bugün de insanlar kişisel arzularıyla başkalarına karşı sorumlulukları arasında bir uzlaşma bulabilmek için seçim yapma zorunluluğuyla karşı karşıyadırlar. Bu kahramanlar gibi, bugün de insanlar günlük yaşamlarında üstesinden gelinmez görülen görevlerle baş başadırlar. Amaçlarına ulaşmak istiyorlarsa, [efsane/söylence kahramanları gibi (MÜT)] onlar da cesur ve kararlı olmak zorundadırlar. Kahramanların incelenmesi, büyük işler kadar karakterlerin de önemli, olduğunu öğretir.
Dünya söylenceleri birçok yaratıcı ve entelektüel çabaya esin vermeye devam etmektedir. Edebiyat, sanat ve müzikten tat alma duygusunu geliştirdikleri gibi tarih, din, psikoloji, antropoloji ve arkeolojiye duyulan ilgiyi de besler.” (Donna Rosenberg/Dünya Söylenceleri)
BEY BÖYREK HİKÂYESİ (Erzurum varyantı)
Bir varmış.. Bir yokmuş.. Eski zamanda bir padişah varmış. Bu padişahın hiç çocuğu olmazmış. Kendi taç ve tahtına varis olacak bir çocuğu dünyaya gelmediği için padişah çok [üzülür], daima yeis içinde yaşarmış. Günlerden birgün, yine padişah dertli dertli veziri ile buna dair görüşürlerken aklına tebdili kıyafet edip seyahate çıkmak, derdinin devasını uzaklarda aramak gelmiş.. Ertesi gün padişahla vezir tebdili kıyafet ederek yola çıkmışlar. Bir müddet yol alıp payitahtan uzaklaşınca yollarının üzerinde yeşil sarıklı, abalı uzun beyaz sakallı bir ihtiyar dervişe rastlamışlar.
Padişah:
– Selâmünaleyküm derviş baba!.. demiş. Derviş:
– Ve aleykümüsselâm padişahım… diye mukabelede bulunmuş.
Padişah bu tebdil kıyafet halile dervişin kendisini tanımasından çok hayrete düşerek:
– Baba sen beni nasıl tanıdın?.. Mademki benim kim olduğumu biliyorsun benim derdimi ve onun devasını da bilirsin… diyor. Derviş:
– Padişahım derdin bize malûmdur. Şu elmayı al. Bunu soyarak yarısını sen ye; yarısını da karına yedir. Kabuklarını da atına verirsin. Şu kadar ki dokuz ay sonra dünyaya gelecek olan oğluna ben gelinceye kadar ad takmayacaksın, demiş.
Dervişe bir ikramda bulunmak için padişah elini cebine sokup çıkarıncaya kadar derviş gözden nihan olmuş.
Padişah atını geri döndürerek vezirle saraya gelmişler, padişah dervişin verdiği elmayı soyarak yarısını sultana vermiş. Yarısını da kendi yemiş, kabuklarını da atına yedirtmiş.
Gel zaman, git zaman, aradan dokuz ay dokuz gün geçince padişahın nur topu gibi bir erkek evlâdı dünyaya gelmiş. At da bir erkek yavru doğurmuş. Padişah sevincinden her tarafta şenlikler yapdırmış.
Gel zaman, git zaman, şehzade büyümüş okuma çağına gelmiş… Padişah, dervişin nasihatlerini yerine getirmek için şehzadeyi bir odaya kapatarak bir hoca tarafından okutmağa başlayor. Böylece bir kaç sene geçiyor.
Birgün şehzade yemeğin içinden çıkan kemiği fırlatıyor… Kemik camlara rastlıyor. Ve camı kırıyor. Kırık camdan güneş ziyası odaya doluyor. Güneşin ne olduğunu bilmeyen şehzade, bunu mualliminden öğrendiği tarihteki düşmanlar ve devler zannederek, ziya ile cenk etmeğe başlıyor. Bir müddet sonra güneşin ziyası çekilmiş fakat şehzade de yorgun ve takatsiz olarak bir tarafa serilmiş bulunuyor. Bu sırada derse gelen muallim şehzadenin halini görerek sebebini soruyor. Şehzade de dev ve düşman ile cenk ettiğini söylüyor… Hoca şehzadeye bunun güneş ziyası olduğunu ve düşman olmadığını öğretiyor. Bilahare padişaha giderek gördüğünü anlatıyor ve şehzadenin bu gidişle hep çocuk kalacağını biraz akıllanması, hayatı tanıması için mektebe verilmesi lâzım geldiğini söylüyor ve padişahı ikna ediyor…
Mektepte şehzadeyi arkadaşları “Adsız Sultan” diye çağırıyorlar.
Bundan daima mütessir olan şehzadenin halini gören babası çocuğuna bir ad takmak kararını veriyor. Bunun üzerine büyük bir şenlik yapılıyor. Memleketin ileri gelenleri, uleması çağırılıyor. Herkes şehzadeye bir ad arayıp bulamazken, uzaklardan kara bir duman beliriyor. Ve bu kara dumanın şehre yaklaşmakta olan bir atlı olduğu anlaşılıyor. Atlı yaklaşınca bunun elmayı veren derviş olduğunu padişah görüyor. Ve heman istikbaline koşuyor.
Derviş selâm verip aldıktan sonra:
– Padişahım niçin acele ettin? Korkarım ki bundan şehzadene bir zarar gelmesin. Şehzadenin adı Beyböyrek; atın adı Bengiboz olsun!… Diyor. Ve padişah kendisine bir ikramda bulunmak için meşgul olurken derviş [yine] gözden nihan oluyor.
Bey Böyrek’e zamanın âdetlerine göre cenk talimleri yaptırılıyor… Ata binmeği, ok atmağı öğrenince de şehzade elinde bir yay, şehrin sokaklarında at koşturmağa başlayor.
Günlerden bir gün şehzade, elinde desti ile bir ihtiyar [kadının] çeşmeye gitmekte olduğunu görüyor. Yayına bir ok koyarak destiye nişan alıp atıyor. Ok destiyi kırıyor. İhtiyar kadın arkasına bakup destisini kıranın şehzade olduğunu görünce:
– Ne diyeyim a şehzadem?.. Beddua etmeğe dilim varmıyor. Gençsin, akkavak kızının hışmına uğrayasın!.. diyor.
Şehzade, ihtiyar kadının bu sözlerinden mütessir oluyor..Ve kendi yanından hiç ayırmadığı silahşörü “Mustafa” ya “Akkavak Kızı’nın” kim olduğunu soruyor. Nihayet bu kızın ayın on dördü, günün on beşi gibi güzel olduğunu ve çadırlarda yaşayan bir beyin kızı olduğunu öğrenerek âşığı oluyor ve babasının gözyaşlarına rağmen bu kızı arayıp bulmağa gidiyor.
Yolda bir ceylâna rastlıyor.. Güzel olduğu için öldürmeğe kıyamıyor. Arkasından atını sürerek yakalamak istiyor. Ceylân kaçıyor, o kovalıyor. Ceylân nihayet bir obada kurulmuş bir çadırın içine giriyor.. Şehzade atından inerek çadıra giriyor ve ceylânın ayın on dördü gibi genç bir kızın kolları arasında bulunduğunu görüyor.
Kızdan geyiği istiyor. Kız bunun kendisine ait olduğunu söylüyor… Bey Böyrek kızın güzelliğine âşık oluyor. Ve kıza kendisini ceylânı ile birlikte almak isterse ne söyleyeceğini soruyor. Kız:
– Beni babamdan istersin diyor.
Bey Böyrek kızı babasından isteyor ve alarak memleketine dönüyor. Sarayda düğün tedarik ile meşgul olurlarken civar hükümdarlardan bir Rum kralının hudutlara asker gönderdiği haber alınıyor.
Padişah tellallar bağırtarak asker çağırıyor ve muharebeye gitmek üzere hazırlanıyor. Fakat Bey Böyrek:
– Baba!..Sen ihtiyarsın..Sen paytahtta kal..Ben giderim.
Diyerek babasının muharebeye gitmesine mani oluyor. Ve kendisi askerin önünde düşmana karşı çıkıyor. Düşmanla cenk başlıyor. Nihayet düşman mağlûp olup kaçıyor.Fakat şehzade yanındaki (39) askerle bir yerde uykuya dalarak düşmana esir düşüyor.. Bengiboz kişneyip her ne kadar Bey Böyrek’i uyandırmak istiyorsa da şehzade uyanmayınca ipini dişle keserek kaçıyor..
Düşman esirleri memleketine getiriyor.Ve bir zindanda hapsediyor. Gel zaman, git zaman… Aradan yedi yıl geçiyor. Zındanda bu (40) esirin saçları, sakalları, tırnakları büyüyor.. Bunları tıraş edip temizlemek için zindanın üstüne çıkarıyorlar.
Zindanın üstünde bunlar otururken aşağıdan bir kervanın geçmekte olduğunu görüyorlar.
Şehzade bunlara hitaben saz ile şunları söylüyor:
Bey Böyrek:
Gelişin nereden bezirgân başı
Alırsın satarsın türlü kumaşı
Size kimler derler kimin kardaşı
Bize haber verin bizim illerden.
Bezirgân:
Gayet yüksektesin
Ferhad dağısın
Size kimler derler
Kimin oğlusun?
Bey Böyrek:
Gayet yüksekteyim mekânım Irak
Durup dinlenmiyor coşuyor yürek
Babam padişahtır ben de Bey Böyrek
Bize bir haber verin ağalar.
Bezirgân:
Babanı sorarsan beli büküldü
Gözlerinde nur kalmadı, döküldü
Baltacı kel vezir tahta oturdu
Böyle haber aldık kölelerinden.
Bey Böyrek:
Demen Beyler demen daldım sözüzden
Yaş yerine kan damladı gözümden
Akkavak kızından Bengibozumdan
Bize de bir haber verin ağalar.
Bey Böyreğin kalenin dibinden geçmekte olan bezirgânlarla konuştuğunu gören zindancı gelip şehzadeye bir tokat vuruyor. Şehzadenin gözleri yaşla doluyor.Ve gönülden bir ah çekiyor.. Bütün bunları sarayın penceresinden seyreden Tekfurun kızı şehzadeye acıyor ve zindancıyı çağırarak attığı dayağın sebebini soruyor. Haksız olduğunu görerek zindancıyı azarlıyor ve şehzadeyi çağırarak kim olduğunu, zindana nasıl düştüğünü soruyor…
Şehzade başından geçenleri Tekfur kızına bir bir anlatıyor.Tekfurun kızı şehzadeye âşık oluyor..
Ve diyor ki:
- Şehzadem ben seni buradan kaçırırsam, beni alır mısın?
- Alırım ama Akkavak Kızı’ndan sonra. Buna razı olur musun? Diyor.
- Sen memleketine gider, babanın tahtına oturursun ve asker toplayarak bizim tarafa
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.