Halil Şahin
OSMANLI DEDİKLERİ
Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk ne diyordu? “Cumhuriyet, fazilettir. Cumhuriyet, adam olmaktır.” Diyen Ata’nın sözlerini duyumsayarak “Cumhuriyet bana ne verdi; ben ne kazandım; ben ona sahip çıkıyor muyum?” sorgulamalarını yapman gerekir. Gerçekten “Cumhuriyet Türk milletine ne ve neyi getirdi, neyi sağladı? Ya da Cumhuriyet Osmanlı’dan neyi devraldı, önünde neyi buldu? Geçmişi anımsayalım: Osmanlıda ‘devlet’ demek saltanat, hanedanlık demekti, o da bir aileye aitti. Dolayısıyla ‘vatan’ toprağı da bütünüyle bir ailenin mülküydü. İmparatorluk sınırları içinde var olan toprak parçaları “padişahın mülkü” diye anılır ve tüm kayıtlara öyle geçerdi, bireye ait mülk olmazdı, ancak saltanatın izin verdiği kadar ‘tımar’ sistemi içine alınan belli zümrelere kullanım hakkı verilirdi. Oysa Cumhuriyetle birlikte devlet, bütün bir milletin oldu. Cumhuriyetle birlikte “vatan toprağı” milletin malı oldu. Kişisel boyutta mülkiyet oluştu, bireyin malı-mülkü oldu. Osmanlı tebaası ümmetti, henüz ‘millet’ değildi. Halk, yani herkes padişahın “kulu” sayılırdı; bu toplumu “millet” yapmak, padişahın kulu olan halkı yurttaş yapmak, birey yapmak Cumhuriyetle olanaklaştı. Osmanlıdan Cumhuriyete; her yönüyle büyük, fakat o denli ağır maddi borca batık bir miras kaldı. Bu topraklarda Türk ulusu yaşamaktaydı ve Anadolu’nun ne yer üstü ne de yeraltı zenginlikleri Türk Ulusuna aitti. Örneğin Anadolu’da 4 bin km demiryolu vardı, fakat bunun bir metresi dahi bizim değildi. İşletmeleri yabancıların elindeydi. Kazançları da yabancılarındı. Harcamalarıyla nam salmış Osmanlı Devleti, padişahlara para yetiştirmek için sürekli borçlanmıştı. Yabancılara borçlar ödenemeyince, aynen RTE dönemlerinde olduğu gibi tavizler verilmeye başlandı. Toprak satışları başladı. Maden ocakları hisselerle yabancılara devredildi. Arkeolojik kazıların tüm değerleri yabancılara ‘bedelsiz’ verildi. Tüm bunlar devletin müsrifliklerini karşılamak içindi. Teknoloji zaten yok, hiç gelişmemişti. Anadolu’da halkın salt %7 si kadarı eski Türkçe harflerle okuryazar durumundaydı. Bu oranın da yarısı okur, fakat yazar durumda değildi. Toplumun yarısını oluşturan kadınlarda okur-yazar oranı ise sadece %0,4’dü. 17.yy, bilimin doruğa çıktığı bir zafer yüzyılıydı. Aydınlanma ve sanayileşme çağlarının ardı ardına sürdüğü bu dönemde Batı’da müthiş keşifler yapılırken Osmanlı coğrafyasında elle tutulur bir gelişme, ilerleme görülmüyordu. Batılılar bizdeki medrese niteliğindeki okullarını üniversiteye çevirdiler; müspet bilimler dediğimiz matematik, fizik, kimya, biyoloji ve astronomiye önem verdiler. Tüm fen bilimlerinde hızlı değişim ve ilerlemeler oldu. Batılı insan, doğayı araştırırken biz medreselerde bu saydığımız müspet (pozitif) bilimleri kapının dışına koyduk; ders programlarından çıkardık. İşte ondan sonra da gerileme başladı, çöküntüye doğru hızla yol aldık. Anadolu’daki tüm taşra şehirleri Ortaçağı yaşıyordu. Dahası, İstanbul’un Beyoğlu ve Şişli ile İzmir’in Kordon-Konak semtlerinden başka hiçbir yer Yeniçağa girmemişti. Yaklaşık 42 bin köyümüz vardı. Bunların hiç birinde; değil Yeniçağın nimetlerini yaşamak, kuru bir ifade olan “yeniçağ” lafı bile söylenemezdi. Kısaca ve özetle Cumhuriyetin Osmanlıdan devraldığı maddi ve manevi miras yüklü bir ortaçağdı... Böylesine ağır bir miras karşısında Mustafa Kemal ve arkadaşlarını bekleyen iki önemli iş vardı; Önce Vatanı kurtarmak, sonrasında da ulusu kurtarmak. Osmanlı coğrafyasından elde kalan ana yurt Anadolu da işgal altındaydı. İç ve dış düşmanlar, aynen günümüzdeki gibi, Türk varlığını Anadolu’dan silmek için seferber olmuşlardı. Mustafa Kemal ve arkadaşları ‘manda’ önermelerini kabul etmedi; kendine ve milletine inandı, güvendi, iman etti ve imkânsızı başardılar. Bu durum, Dünya’da Tanrı mucizesi olarak değerlendirildi. Bu mucizeyi Türk halkı ve onun önderi Gazi Paşa göstermişti: Vatanı kurtardılar... Ama milleti kurtarmak, yani Ortaçağdan Yeniçağa çıkarmak, aydınlanma dönemini başlatmak, oku-yazar yapmak kolay değildi. Hele ‘ümmet’ olan toplumu ‘millet’ yapmak, padişah kulu olan halkı ‘yurttaş’ yapmak, ‘birey’ yapmak çok zor bir işti. Devlet bir ailenindi, milletin oldu. Vatan bir aileye aitti, ulusun oldu. Millet ‘tebaa’ idi ‘birey’ oldu, ‘yurttaş’ oldu! Cumhuriyet bu nedenle başlı başına bir devrimdir. Cumhuriyetin kuruluşundan 1938 yılına gelinceye kadar geçen 15 yıllık bir süreçte kalkınma hızı %9, sanayileşme hızı %20 civarında gerçekleşmiştir. Osmanlıdan; işletme olarak sadece marangozhaneler ve soğuk demirciler kalmıştır. Onlar da at nalı ve mıhı yapmak, sürü çıngırağı, pala, dehre, yaba, orak, tırpan, köşkere, tabut yapmakla meşgullerdi. Cumhuriyetin bu ilk 15 yılında kurulan iktisadi devlet teşekküllerin hepsi, o nedenle ekonomik bir devrimdi. O işletmeler Türkiye’yi bugünlere taşımıştır; fakat şimdilerde birileri onları satıp yine birilerine ‘peşkeş’ çekiyor... Anadolu kadını şehit-gazi Mehmetçik doğurarak evlat cömertliğiyle yetinmemiştir. Vatan savunmasına kendisi emeğiyle, alın teriyle, fiziksel gücüyle fiilen katılmıştır. “lojistik güç” dediğimiz ikmal ordusunun en az yarısı kadınlardan oluşuyordu. Onların desteği ile kurtuluş oldu, vatan kurtarıldı. Kadınlarımızın birey sayılması için epey zaman kaybedildi. Halen Türkiye Büyük Milet Meclisi’nde de erkek egemenliği vardır. Kadını ikinci sınıf vatandaş olmaktan çıkaran, onların sosyal hayatta etken olmaları, devlet yönetimine katılmaları için gerekli devrimler Gazi Paşa’nın gayretleriyle olmuştur. Eğitimli Türk kadını, cumhuriyeti özümlemiş kadındır; Benliğinde ve dimağında yer bulmuş bir Cumhuriyet kültürü ile yoğrulmuş kadındır. Cumhuriyetle kültürlenmiş insan, birey olmuş insandır. Türk kadınlarının bu zirveye ulaşması için Gazi Paşa gerekli yönü göstermiştir. Ama elan kadınlarımız, bu kurtuluş yolunu bulamamış görünüyor. Kadını ‘köle’ anlamında istismar etmek isteyen Cumhuriyet düşmanlarına karşı en büyük mücadele görevi elbette kadınlarındır. Bunu anlamayanlar ya da anlamak istemeyenler, bugün kadını yeniden ‘türban’ bayrağıyla ‘peçe’ içine hapsetmeye çalışmaktalar. Kadını yine kendilerinin hükmedebileceği bir ‘varlık’ konumuna getirmek arzusundalar. Önce kadınlarımızın bunu fark etmesi gerekir; birey olduklarını anımsama ve bugünü anlamak, geleceği planlamak için geçmişi bilmek gerek. Gençlik, Cumhuriyet tarihini bilmiyor. Türkiye’de tarihe susamış bir genç ve orta kuşak oluşmuş. Ulusal değerleri yansıtan ulusal tarihi yazmak ve öğretmek gerek. Tarihini bilmeyen bir millet olur mu? Atatürk; taassuba dayalı, yanlış din bilgileriyle milletin sömürülmesine karşıydı. Dinle ve gerçek samimi dindarlarla hiçbir zaman sorunu olmadı. Onun yaptıklarını kötülemek, yermek için birçok yalan yanlış uydurmalar yaratıldı ve yayıldı. Çünkü Cumhuriyet kurulduğu günden itibaren karşı devrim tohumları ekilmeye başlandı. Çünkü Cumhuriyet faziletti, insan ve yurttaş olmaktı. Düşünen, irdeleyen, sorgulayan birey olmaktı. Bu özellikler çağdışı düşüncelere, hurafelere, taassuba, inanç ticaretine ters şeylerdi, onun için de kurulduğu günden beri Cumhuriyet düşmanları da oldu. Atatürk bu yanlışlara karşı geldiği için dinci geçinen yobazlarca hiçbir zaman sevilmedi...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.