Turan Akkoyun
GURURUN KAYNAĞI
Sosyal bilim dünyasında kabul gören, Türk tarihinin ana meselelerinin en başında gelen "tarihi yapan ancak yazmayan millet" kanaati sadece geçmişle ilgili bir husus olmasa gerektir. Eksiklik, kusur, telafisi mümkün olmayan bir zaaf olarak kabul edilen bu temayülün, günümüzde aynen devam ettiği gün gibi aşikardır. Eline kalem alma hususunda bir çekingenlik, okumaya olmasa da yazmaya mesafeli durma dikkat çekici bir şekilde gözümüzün önünde durmaktadır. Buna dair getirilebilecek ideolojik yorumlar mantıklı olsa bile realiteyi açıklamaya yetmemektedir. Zira yazı, medeniyetin gelişimini belirleyen en önemli etkenlerin başında gelmektedir. Binlerce yıl önce sahneden çekilen Sümerler, yerinde bir değerlendirme ile dünya tarihinin öncü aktörlerinden birisi olarak zikredilmektedir. Yaşanılanların yazılmaması demek, başkalarının yazdıklarına mahkum olmak anlamına gelmektedir. "Elden gelen ile öğün" yapılmaya kalkındığı zaman da uzun süre içinden çıkılamayacak veyahut çözümü kolay olmayan problemlerle uğraşmak zorunda kalınmaktadır. Onların görüp ya da görmek istediklerinden yazabildikleri kendi pınarlarından, felsefelerinden, dünya görüşlerinden, yaşam tarzlarından, dimağlarından metne yansımaktadır. Bir türlü kabullenmedikleri, anlamlandıramadıkları bizi, anlamalarına dolayısı ile anlatmalarına imkan bulunmamaktadır. Çekilen çilelerin, ıstırapların, ihanetlerin, fedakarlıkların sınırının çizilmesi mümkün olmayan, insan oğlunun yüzünü öne eğdirecek şekilde acımasız, gaddar ve hunharca işlenmiş olan suçların bütün beşeriyetin, medyanın hatta dünyanın gözü önünde cereyan etmiş olan açık ve hadiseler hakkında, bakıyorsunuz alakasız şahsiyet ya da kurumlar sonradan yapılacak değerlendirmelerin kaynağı olarak kütüphane vitrinlerini doldurmuşlar. Konu ile rabıta kurma yeteneği gelişmeyen araştırmacıların ana kaynak olarak gördüğü dolu raflardan aktarılan hususlar, içinden çıkılmaz ve bir daha temizlenme imkanı bulunmayan bilgi kirliliklerine yol açmaktadır. Daha taraflar hayatta iken bile hakkı gasp edilenler, kendileri fikri ya da hukuki açıdan ifade imkanı bulamıyorlar. Kalemi eline almıyor, diğerine ise maddi güçleri yetmiyor. Haliyle yapanın kar hanesine yazılıyor, silinmesi de artık mümkün olmuyor. O zaman yaşananlara ne diyebiliriz? Çıkarılması gereken dersleri neye göre çıkaracağız? Dur bakalım, bir daha sefere derken yoldan yürüyenler, köprünün altında akanlara karışıp testiyi istedikleri gibi dolduranlar boş testileri ne zaman görecekler? Testiler dolarken boşalan değerlerin tespiti yapılmayacak mı? Bireylerin olduğu kadar toplumların da duruş noktaları bulunmaktadır. Toplumların içinde de farklı duruş noktalarının bulunması kaçınılmazdır. O yüzden kaynakların varlığı yeterli olmamaktadır. Onların tasnif edilmesi, değerlendirmeye hazır hale getirilmesi yanında uyarlanması da söz konusu olacaktır. Bunun için disiplinler arasından daha çok disiplinler üstü yöntemlere ihtiyaç bulunmaktadır. Bilim de genel ölçülerde bunu içermektedir. Başkalarından kalan doğru bilgi kırıntılarından ana bilgiye ulaşabilmek, bir nevi küllerin içinde kaldığı düşünülen kora varmak ve yeniden faaliyete geçirerek aleve dönüştürmek için olağanüstü bir çaba ve gayretin içinde olmak gerekmektedir. Gösterilen bu çaba esnasında kaybedilen vakit, üst - başın çapaklanması hedefe ulaşılamadığı takdirde neticesiz akınlara benzemektedir. Zaman mefhumunu aşarak, kaynak-devir bağlantısı kurulmaya çalışılmaktadır. Orhun Kitabelerinde, Uygur yazıtlarında ve İslamiyet ile şereflendirilmesi sonrasında tarihe düşülen notlarda Türk olmanın verdiği gururu görüp hissedebiliyoruz. Bahsi geçen yerlerde topluluk varlığının sebebini değerlendirip, sahip olduğu gücünü artırma yollarını görmekte ulaştığı noktadaki gücüne güvenmektedir. Gururun kaynağı olarak ele aldıkları hususun kültürel bir nitelik taşıdığı aşikardır. Kültürel niteliği de elbette dil ile besleyip, sonraki nesillere aktararak, hem zenginleşme hem de geliştirme imkanı bulunabilir. Dahil olunan yeni medeniyet dairesinde önceki kültürel yaşamında benimsemediği saray yönetimi içinde Türkçenin uzağında yer alan diller benimsenmiş, dilimizi konuşmak da ancak halk tabakasına kalmıştır. Mensubu bulunduğu insan kitlesinden beslenmeyen teşekküllerin gücü, ihtişamı, unvanı ne olursa olsun devamı mümkün değildir. Kendi dilinden uzaklaşan bir devlet, aslında halkı ile bağlarını koparmaktadır. Hatırdan ırak tutulmaması gereken bir diğer husus da girilen yeni istikamette toplumun içinde beliriveren tekkeler, Türk dilinin yaşatıldığı müesseseler olmuşlardır. Geniş kitlelere ulaşım noktası olan bu kurumlar dikkati çekmektedir. İnsanlar bu kurumlar sayesinde çaresizlik girdabına düşmekten kurtulmuşlar, ümitsizliği beyinlerinden, istikballerinden söküp atmışlardır. Selçukluların son, beyliklerin ilk dönemlerinde Türkistan'da Hoca Ahmet Yesevi, Anadolu coğrafyasında Yunus Emre gibi yüce şahsiyetlerin aydınlık kapıları, Türk diline bu cihette önemli kazanımlar sağlamışlardır. Onlar o günü değil sonrasını tercih etmişlerdir. Kim bilir, o zamanlarda onları dikkate almayıp küçümseyenler sonradan pişman bile olmuşlardır. Ancak kültürümüzde sıkça ifade edildiği üzere son pişmanlık fayda etmemektedir. Türkistan'dan Horasan'dan kopup Anadolu'ya gelen Oğuzların gurur kaynağı olarak gördükleri hususta kullandıkları dil de önem arz etmekteydi. Kendi içinden çıkardıkları ve Ortaçağın önde gelen hükümdarlarından olan Sultan Melikşah'a kırgınlıklarını aynı şekilde ona bu yolla iletmişler, sonuç almışlardı. Hanedanın toplumdan ve gurur kaynağından uzaklaşmış olması, sonunun geldiğinin de bir göstergesi olduğundan ömrü uzun sürmemiştir. Oğuzlar kendilerinin teşekkül ettirdiği devleti bizzat ortadan kaldırmışlar, cenazeyi başkalarına bırakmamışlardır. Bunun beyaz perdeye aktarılması gururun kaynağını ölümsüz hale getirebilir. Yeni cephelerde de gelişime zemin hazırlayabilir. Kıyametin yaklaşması şeklinde yorumlanan Moğol istilasını durduran şahıs ile topluluklarda da gurunun kaynağını bulmakta zorlanmıyoruz. Muhammet Baybars'ın askeri başarılarına rağmen Anadolu'da itibar görmemesi, çırpınışlar, arayışlar içerisinde istikbal peşinde koşanlar, bugün üzerinde isimleri bile tam okunamayan görkemli mezar taşlarının altında yer alırken, o gün bile isimlerini hiç dillendirmeden mefkureleri istikametinde gece-gündüz, dağ-bayır, kolay-zor aldırmaksızın hamle yapanlar çağlarını aşarak yollarına hala devam etmektedirler. Bugün onlardan kalan bilgi kırıntılarından kurgular yapılmaya çalışılmaktadır. Kurgulama çabaları perdede ve ekranlarda büyük ilgi görmektedir. Güneş batıncaya kadar koyununun, keçisinin, devesinin, davarının peşinde giderken elbette ezici bir kısmı dünyanın nizamını şekillendirdiklerini düşünmeden böyle olması gerektiğini farz ederek yaşayıp ömürlerini tamamlamışlardır. Yapılan her hamle ekseriyetle fark edilmeden içeriden başka bir hamle ile kesişerek her ikisi kırılıp filiz veremeden budanmıştır. Başka baharların beklemesinde taşı çatlatan bir sabırla mevcut problemlerin tek alternatifi halinde hazırda beklemiş durumundan şikayetçi olmamıştır. Zira mevcudiyetini kendisi değil, yaratan belirlemektedir. Böyle inandığından mutlak itaat etmiş, muhafaza beklemiştir. Saf, temiz hislerin yüce makamdan karşılık görmemesi söz konusu değildir. Türklüğün ikinci yurdundan Evlad-ı Fatihan'a geçilmiş, karanlık bir çağ varlığının sembolü surlarla birlikte yerle bir edilmiş, Akıncılar, Atlas Okyanusu kıyılarını zorlar hale gelmiştir. Bedelsiz, başkalarının bedenleri, değerlerini sıfır maliyetle kullanıma açarak tesis edilen sömürgeciliğin karşısında kadim değerlerin ağırlığı kalmamış olsa da budanmış hatta kuruduğu farz edilmiş olan millet hala öyle olması gerekiyormuş gibi sabahtan akşama yoluna devam etmektedir. Devletlerarası rekabetlere dayalı olarak uzak diyarlarda çizilen sınırların içinde kendisini bağımsız zanneden topluluklarda elbette apayrı geleceği olacaktır. Çanakkale'de, Sakarya'da, Dumlupınar'da, Kıbrıs'ta "bitti" hükümlerine "ben bitti demeden bitmez", "ben ölmedim ki" diyerek, kıyıda köşede bir şekilde yetişmiş, kendisini yetiştirmiş evlatlarınca tarihini yazmadan, başkalarına yazdırmaya devam etmiştir. Canlı, hareketli, ateşli olduğu kadar küllenmiş, sıradan, durgun bir yaşam tarzını aynı anda sürdüren Türklüğün yazmadığı tarihini perdeye uyarlamasını teklif etmek hayal peşinde koşmak mıdır? Olmadığını, olmaması gerektiğini düşünüyorum. Dünya giderek görselliğe kayıyor. Müzikte bile durumun aynı olduğu görülüyor. Klibi olmayan müzik, ne kadar bireye hitap ederse etsin karşılık bulmuyor, bulamıyor. Bundan sonra da bulamayacağı anlaşılıyor. Yazılmayan tarihin, perdeye aktarımı ile herhalde sinema sektörü kendisi ilgilenmeyecektir. Onun tetikleyicileri olmalıdır. Mitolojik dönemleri değil bugünü dolayısıyla yarını gören kalemlere ihtiyaç vardır. Ürün çeşitleri ne kadar çok, teknoloji ne kadar hızlı değişirse, kulvarda mücadele ne kadar zor olursa olsun ciddi emek mahsulü sektör ve zaman tanımayacaktır. Üzerinden kırk yıla yakın bir zaman geçen Çağrı, Ömer Muhtar filmlerinin defalarca izlenmek istenmesi yukarıdaki hükmü pekiştirmektedir. Sinema sektöründe dünyaya ilham verecek bir çok örnek ve rol kahramanı çıkaracak milli kültüre yönelme, araştırma gururun kaynağı olan Türkçemizi çok daha geniş kitlelere ulaştıracaktır. Doç. Dr. Turan AKKOYUN Afyon Kocatepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Bölüm Başkanı
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.