Mehmet Ünal Taşpınar
KARA KIŞIN KARA-KURU VAKTİ
Neden 'karakış' demişler? Kışın rengi beyaz değil mi? Kar beyazı! Kara demişliğim karanlıktandır. Kuru dediğim kuru ayazdandır. Karakışa 'Neden karakış?' desem de neden bulamadım ama ben yine evvelkilerin yolundan gidip 'karakış' diyeyim. İşte böyle bir karakışı düşledim. Kar erisin diye beklediğimiz günler, geceler... Çoluk çocuk, dede torun, gelin görümce hep birlikte. Bir ineğin/öküzün etleri bi yanda. Hoççular'a gidecek derileri bi yanda. Demircilerde ayaklar ve baş "ütülenecek" ninem Kubeli'deki mahalle fırınında kelle-paça falan yapmadan önce.. Güçlü kuvvetli olmak lazım elle çevrilecek kıyma makinasında sucuk üretimi var. Keskin bıçak lazım kuşbaşı et doğranacak. Sağlam satır lazım; sofraya gelmeden kemikler kırılıp keşkeğin içinde ilikleri çıkarılacak hale gelecek. Donyağı lazım bütün kış için yemeklere kıyma, kavurma yapılacak. Baharat Kokucu Hac'ali'den. Avni'ye sormayı neden akıl edemedim 'Baban bu kokuları Hindistan'dan mı alır?' demeyi. Malum, bir de gezeklerimiz meşhurdu o zamanlar. Gezekler sadece eğlence, hoşca vakit geçirme işlevi yapmaz, dostluk, arkadaşlık, muhabbet... Bunların sonucu terapi görevi yapardı. Bir nevi terapi seanslarıydı. Zaten o zaman zarfında lisede psikoloji okunuyordu ama psikolog yoktu Afyon'da. Tek hastanemiz vardı: Devlet Hastanesi. Orda psikolog var mıydı, bilmiyorum. "Trampapa! Badi badi!"yi o gezeklerde öğrendim. İhsan Palalı (dayım), Orhan Alpata, Yılmaz Oruçoğlu ve arkadaşları tombala oynarken bu gezeklerde. Bir ara 'SIğıreğleği'ni yazmak lazım. Dombeylerin (manda) ve ineklerin çobanlara teslim yerleri... Sığırların evlerden çıkışı, okuldan gelir gibi evlere dönüşü. Sığırları bekleşen kadın ve erkeklerin okuldan dönecek öğrenci çocuklarını bekler gibi tatlı heyecanı, geldiklerinde hayvanın sevimli ve yorgun bakışı ve sahibinin tatlı tatlı okşayışları nedeniyle vuslat sevinçleri, sevgi sırnaşmaları... Üç beş dakika sığırını göremeyen sahibinin anlık korkusu.. Nerelerde otlatılırdı, bilmiyorum ama bugün oteller, fabrikalar, evler, dükkanlarla süslü olan cadde ve sokaklardaydı olsa gerek. Otlak mı kaldı memlekette. Bitirdik hepsini. İnek verdik, öküz verdik, dombey verdik, koyun-keçi verdik karşılığında beton aldık, demir aldık, tuğla-kiremit aldık. Şimdi onlara bakıp bakıp; masaldaki gibi: "- Komşu, komşu! Huuu!.. Oğlun geldi mi? - Geldi. - Ne getirdi? - İnci boncuk. - Kime kime? - Sana bana. - Daha kime? - Kara kediye. - Kara kedi nerde? - Ağaca çıktı. - Ağaç nerde? - Balta kesti. - Balta nerde? - Suya düştü. - Su nerde? - İnek içti. - İnek nerde? - Dağa kaçtı. - Dağ nerde? - Yandı bitti kül oldu..." Böylesi masallarla, tekerlemelerle mi avutuyoruz kendimizi acaba? Hiç te değil; farkında bile değiliz. Değiliz ki, hâlâ aynı yolda yürüyoruz: "Daha! Daha!" diyerek. Nereden nereye geldi konu. Ben karakıştan bahsedecektim. Şimdilerde üç gün kar yağdı mı karakış sanıyoruz. Doğudaki kadar günlerce, aylarca kapanmazdı yollar ama damları kürüdükten sonra oluşan kar tepelerinden başka bir insanın ayak izlerine basa basa yol aldığımız dönemler vardı. Daracık sokaklarda dam boyunca yığılmış kar. Karşı komşunun kapısını göremezdik. Yine de okul tatil olacak mı diye bakmaz, giderdik. Zaten şehir ne kadardı; avuç içi kadar bi şey! 'Biz kırk kişiyiz, birbirimizi tanırız' derler ya, öyle... Sarıp sarmalanırsın; eldiven, yün çorap, atkı, başlık (karmaskesi diyorlar şimdi), kazak, yelek, manto, palto. Bir kere buzak (kızak) kaymanın sevinci var. Kestane var, sucuk kızartmak var, bir de nine kaymak yapmışsa... Karakışın kara-kuru vakti sevilmez mi? MEHMET ÜNAL TAŞPINAR 12 ARALIK 2015 İSTANBUL
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.