Halil Şahin
GERÇEKTEN ARAŞTIRILSAYDI
AKP Genel Başkan Yardımcısı Şaban Dişli’nin, bir arazinin imar durumunu değiştirmek için 1 Milyon Dolar almış olması, belli çevrelerde “kişisel bir olay” gibi değerlendirildi. Elbette, hata da burada yapılıyor. Bu sadece Dişli ile ilgili bir olay değil. 2000’ li yılların başında görülen böylesi tezgâhların ise hesabı belli değil… Bu işin, bir tek kişinin nemalanacağı bir tezgâh olmadığını da görmek gerek. Kaba bir hesapla 10 milyon dolara yakın bir kâr var bu işte. Arazinin imar durumunun nasıl değiştirileceği yasalarda yazılı olmasına karşın, söz konusu arazinin köylülerden 3 milyon 400 bin dolara alınıp, imar durumu değiştirilerek 13 milyon dolara bir İngiliz şirketine satılması dikkat çekmez mi? İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin, Silivri Belediyesi’nin imar planlarını yapma yetkisi kimlerdeyse, onlara da bazı sorular sormamız gerekiyor. Şaban Dişli’nin bu işte yapacağı aracılığın sonucunda nasıl bir kişisel kazanç sağlayacağını en iyi bilebilecek durumda olanlar o kişilerdir; çünkü o getirimi kuruşuna kadar hesaplayabilecek durumda olanlar onlardır. Herhalde Şaban Bey’e bu iyiliği, “parti büyüğümüz geçimini temin etsin” diye yapmamış olmalılar. “Zekât toplayanlara da zekât geçer” hükmünden hareketle böylesi getirimde aracılık sağlayanlar da elbette nemalandırılmaktadır. Şaban Bey’in 1 Milyon Dolar kazandığı bir işte gözlerinin kalıp kalmadığını, kendilerine de bir şeyler alıp almadıklarını elbette bilemiyoruz. Ama bunu savcılar kolayca öğrenebilirler. Fol yok yumurta yokken zenginleşenleri, yağız oğlancıklarına gemicikler alanları, banka hesaplarındaki oynamaları, oğlanın sünnetinde veya kızın düğününde takılan altınların böyle bir zenginleşmeyi sağlayıp sağlayamayacağını bulmak, günümüz koşullarında bir savcı için çocuk oyuncağı olmalı. Bunları da dosyalayıp, kuşkusuz “Hayber Teröristleri” diye adlandırarak yepyeni bir sayfa açabilirler. Eminim ki, memleketimizde iktidar gücünü kullanarak zengin olanlara karşı bir soruşturma yürütme cesareti gösterebilecek bir savcı mutlaka vardır! Örneğin; Ergenekon İddianamesi’nde yer alan bir tanık ifadesindeki küçük bir ayrıntı dikkat çekiyor. Tanık Osman Yıldırım (ki davanın en önemli tanıklarından biridir) ifadesinde, Malkara’daki bir yağ fabrikasının, Ergenekon Çetesi tarafından tehdit ile nasıl ele geçirildiğini ve bu fabrikanın satışından gelen paranın nasıl paylaşıldığını anlatıyor. İfadeye göre çete, Veli Küçük’ün emir ve komutasında bu fabrikanın satışından 50 milyon dolar almış. Tanık Osman Yıldırım, bunun 5 milyon dolarının nakit olarak kendisine verildiğini anlatıyor. “Geri kalan para da Veli Küçük, Çevik Bir, Hasan Özdemir, İsmail Özden ve Hüseyin Çil arasında paylaşıldı” diyor. Malkara’da bir yağ fabrikası var mı? Bu yağ fabrikası söz konusu tarihlerde ifadedeki gibi 50 Milyon Dolara el değiştirdi mi? Bu paralar kimlere gitti? Bu bilgilere ulaşmak savcının olanakları dâhilinde değil mi? Eğer gerçek bir soruşturma yürütülmüş olsaydı ve bu ilişkiler kanıtlansaydı, hiç kuşku duymayın savcılık söz konusu isimleri de “sanık olarak” iddianamesine eklerdi. Ama böyle bir şey olmadı. Ne denli güvenilir olduğu tartışılacak bir tanığın ifadesini iddianamesine gerekçe yaparak haklarında dava açmaya gerek görmediği isimleri bile zan altında bıraktı. Demek ki, muazzam bir bilgi çarpıtma ve psikolojik savaş ile karşı karşıyayız. Ancak bu işle hiç ilgisi olmayan insanların isimlerinin, uyduruk ifadelerle, sahte belgelerle soruşturmaya karıştırılmış olmasını kabul etmek mümkün değil. Çünkü son örneğini “Hayali Küçük Ali” ile “Hayali Küçük Veli” sahteciliğinde yaşadık. Tüm milletçe “temiz eller operasyonu” beklerken, böylesine savruk bir soruşturmanın, gerçek suçu ve suçluyu laf ve belge kalabalığı arasında kaybetmesini endişe içinde izledik. Dünden bu güne, savcılık araştırması gerekenler gerçekten araştırılsaydı, elbette koca bir millet hüngür hüngür ağlamak durumunda kalmazdı, değil mi?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.