Turan Akkoyun

Turan Akkoyun

UZUN YÜRÜYÜŞ

İklimlere sığmayan Türklük, devletini Birinci Dünya Savaşı sonunda Mütareke dönemini izleyen ağır şartlar altında gerçekleştirdiği Milli Mücadele ile devletini Misak-ı Milli hudutları ile sınırlamak zorunda kalmıştır. Bir cümleye sığdırılan bu ifadenin zuhuru için bir neslin neredeyse tamamı eldeki son imkanları da kullanmışlardır. Çanakkale başta olmak üzere Kut-ü'l Amare, Mukaddes Topraklar, Kafkasya, Filistin, Makedonya, Galiçya'da Mehmetçiğin kanıyla yazdığı Sakarya ve Dumlupınar'da canlarıyla düşmana kabul ettirdikleri bir gerçektir bu. Kocatepe önlerinde başlayan adım adıma, göğüs göğüse, beden gücü ve süngü ile girişilen askeri yürüyüş on beş günde Adalar Denizine ulaşarak zaferle sonuçlanmıştır. Adalar Denizi yolunda işgalci güçler geri çekilirken fırsat bulduğu yerleşim yerlerini ateşe vermekte tereddüt etmediler. Bilhassa Turgutlu ve Nazilli ateşten kurtulma şansı bulamadı. Türklüğün sevinci ile hüznü birbirine karıştı. Vatanın kurtulabilmesi için zaten büyük bir bedel ödemişti ama ödemeye devam edeceği anlaşılıyordu. Bağımsızlığın elde edilmesi, tutulması, izahı kolay olmayan bir gerçekti. Gerçeğin de ötesinde, sadece o anki değil, sonraki kuşakların imkanlarını, evlerinin direkleri, maddi kaynakları tükenmiş, "bir hilal uğruna" nice çiçekler solmuş ancak manevi açıdan kendisiyle yeniden buluşmuşlarsa da yıkıntıların arasından yeni mücadelelerin içine dalınması kaçınılmaz olmuştu. Bütün sıkıntılara karşın bir tek Anadolu insanı çıkıp da bundan gocunmadı. Kendi aleminde yoluna devam etti. Sanki Balkan felaketini, Trablusgarp ve Adalar Denizi adalarının, mukaddes kabul edilen Hicaz, Filistin, Suriye, Ortadoğu'nun kaybını, "yedi düveli" dize getirdiği Çanakkale zaferini onlar yaşamamışlardı. Felaketlerin zaferlerin birbirine karıştığı yıllarda dünyaya yeni bir lider takdim ederken bir medeniyetten başka bir medeniyete intikali denemiş, "çetin yollar" üzerinde yapayalnız ilerleyişini sürdürmüştür. Milli egemenliğe dayalı yeni Türk devletinin kurucusunun aramızdan ayrılmasıyla Türklük ve Türk Dünyası ile bağların pamuk ipliğine bağlandığını İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki gelişmeler göstermekte gecikmedi.

Oysa tarih boyunca ilk ana yurt ile Anadolu arasındaki bağlantı hiçbir zaman kesilmemişti. Eylemlerin ifadelerle çelişmesi, hatta aykırı yönlerde gerçekleşmesi tarihe de aykırı bir mahiyet arz ediyordu.

Tarihini çok seven ancak asla kaleme almayan Türklük, anayurtlarıyla bağlantısını beyninde hiçbir zaman koparmamıştır. Destan çağlarından bugüne tekrarlanan mitolojik bilgilerin bazı eserlere yansımaması mümkün değildi. Bu hususta üst düzeyde bilim adamlarının gayretleriyle kaleme alınan ilmi eserlerin fikir dünyasındaki yansımaları da gecikmedi. Havuza atılan taş misali fikir camiasındaki yansımalar günlük- haftalık popüler neşriyata aksederek etkisini daha geniş kitlelere taşımış oldu. Magazin olarak çizgi roman şeklinde takdim edilen bir dizi eserin hazır takipçi kitlesinin oluşması ile beraber başlayan film çekimlerine dahil edildiğini görmekteyiz. Zira film endüstrisi hareketli bir ticaret kurumudur. Romanları takip edenlerin, aynı ilgiyi perdeye gösterecekleri de aşikardır. Bu tür çalışmaların doğrudan Türk kültürüne hizmet ettiğini söylemek bir hayli zordur. Hatta kuru kavgacılığın, kırılmaya yol açabilecek dikleşmenin izlerini daha kolay tespit edilebilecek durumdadır. Böyle olmakla birlikte Türklerin dünyanın dört bir tarafına yayılmış durumu, hareketli bir yaşam sahibi oldukları, düşmanlarının dostlarından çok daha fazla bulunduğu, her an baskına hazır bir şekilde binlerce yıldır devam eden bir tarihten geldikleri belleklere yerleşmiş oldu. Aynı isimli kahramanın bir taraftan Mete Han, diğer taraftan Atilla için çalışmasının açıklanmasına bile gerek bulunmamaktadır. Bir başka kahramanın da Asya Hunları adına Çin Seddini aşması, Türkiye Selçukluları adına Moğol istilası ile mücadele etmesi ne yapımcıyı, ne de izleyiciyi rahatsız etmektedir. Oysa mevzular arasında yüzyıllar hatta bin yıllar geçmektedir. Bunun hiçbir önemi yoktur. Filmlere izleyiciyi çekmesi maksadıyla eklenen uygun olmayan saray sahneleri de ciddiyet derecesini zaten ortaya koymaktadır. Türklüğün özünde olmayan ahlaksızlıkların perdeye aktarılması hiç bir tutar yanı olamaz. İçinde uygunsuz sahnelere, tarihe aykırı kostümlere, birbirine oldukça yakın çizgide seyreden konulara rağmen bu filmlerin tamamen faydasız oldukları yönde fikir beyan etmek haksızlık olacaktır. "Anam Tuğba Hatun babam yiğit Altar" sözü sinema perdesinde dillendirildiğinde izleyici belki anayurduna gitmiyordu ancak ana yurdundan bilinçaltına bir takım kavramlar yola çıkmış oluyordu. Kendiliğinden aile kavramı beliriyor, geçmişteki "iyi ve kötü günde" yürüyüşün altı kalın bir şekilde çiziliyordu. Türk kültürünün en belirgin tılsımı, içinde sınıf ayırımı barındırmayan soya dayalı ailedir. "Anası belli babası belli" olmak mühimdir. Ailede kadın ile erkeğin birlikteliği, birlik halinde yol alındığı, namlarının müşterek anılması gibi hususlarda seyircilerde fantastik bir tarih meydana geliyordu. Mensubu bulunduğu en küçük sosyal topluluktan koparak yeniden oluşturdukları küçük sosyal teşekkül içinde çocuğunda yeri göz önüne seriliyordu. Türkistan'da kullanılan isimler de kültürel anlamda hiç olmazsa birkaç tanesi yeniden yaşam alanına dönmüş oluyordu. Siyasi anlamdaki gelişmelerin yansıması olarak ortalıkta görülmeyen adlar yaygınlaşma eğilimine giriyordu. Türklüğün millî sembolü bozkurdun hiç olmazsa kurt olarak çizgi romandan aktarılan kahramanın yanında yer aldığı, başının sıkıştığında inanılmaz derecede kendisine yardımcı, yerine göre kurtarıcı bir misyon üstlendiği görülüyor. Sadece düşmana karşı hareket edildiğinde, tehlikeye düşüldüğünde, çaresiz kalındığında değil, sofraya oturma kalkmada, konuşmada, yemeği paylaşmada, düşmanı tanımada ayırt etmede kurt, Hun savaşçısının en büyük hizmetkarı durumundadır. Böyle olunca da başkaları onu bir hayvan olmanın ötesinde bir kişilik olarak tanımalıdır. Bütün yabancı kaynaklar bozkurt kavramına gösterilen ilgiyi teyit etmektedir. Kahramanın hareketleri bunu pekiştirmektedir. Kurdun aileleştirilmesi ile yetinilmeyip Türk gelenekleri ile bütünleştirilmesi de dikkatten kaçmıyor. Birbirini izleyen kuşaklar gibi "anne kurt da oğlu da seninle ha" şeklindeki şaşkınlık nesillerin sürekliliği olarak algılanmalıdır. Başkaları bunu hayretler içinde dillendirirken kahraman için son derece olağan görüntüler veriliyor. Kurdun önüne konan budu yememesi onun annelik düşüncesiyle yavrusunun beslenmeden kendisinin beslenemeyeceği çizgisinde, yavrusunun da eti yememesi sadece izleyicinin gözlemine bırakılmıyor. Yavrusunun yememesi annesinin yemeye başlamaması ile dillendirilip ekleniyor: "Anne kurt evladını Türk geleneklerine göre yetiştiriyor." Türklerin hayatı aile çizgisinde kendiliğinden gelişme gösteriyordu. Kısaca doksan dakikalık bir filmin içine serpiştirilerek yerleştiriliveren birkaç cümle ile ihmal edilmiş, yok farz edilmiş bağlantılı olduğumuz dünyanın şifreleri sinema seyircisine takdim edilmiştir. Takdir edilecektir ki bu tarzdaki filmlerin izleyicisi erkeklerdi. Genele uyarlamak yerinde olmayabilir ama bu filmlerde bayan seyirci pek fazla bulunmazdı. Belki de dikkate alınan bu husustan dolayı filmlere sadece erkek çocuklara değil daha ileriki yaşlarda bulunan erkeklere yönelik sahnelerin eklenivermesiyle erkek kitlenin ilgi yaşı da genişletilmiştir. Oysa Türkler bir bütün olduğunda kendisini bulmuş, dünyaya da huzur sunmuşlardır. Hakkın teslimi için de intikam alınması dillendiriliyor. Doç. Dr. Turan AKKOYUN Afyon Kocatepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Bölüm Başkanı

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Turan Akkoyun Arşivi

UYUM

17 Nisan 2016 Pazar 18:09

KONAK

28 Mart 2016 Pazartesi 09:20