Mehmet Ünal Taşpınar
İĞDE DALI (Hikaye)
Uzunca bir yokuş vardı. Parke taşlı. Bana uzun geliyordu belki de; küçüktüm, kısa pantolonla gezdiğim yıllar. Sekiz-on yaşlarında. Ne güzeldi o günler. Ören yerleri, bağlar, bahçeler, ağaçlıklı, gölgelik boş arsalar. Mahallede arkadaş çok. Mahalleli çok!.. Hısım-akraba sanırsın hepsini. Dar sokaklar, birbirini gözetlercesine birbirinin içine bakan evler. Kiremitlerini sayabilecek kadar yakın, samimi; iki, üç katlı ahşap evler. O evlere şimdi köşk diyorlar, malikâne diyorlar, dubleks, tripleks diyorlar. Bizim için sadece ev’di hepsi… Konak dendiğini biliyor, köşk dendiğini hatırlamıyordum. Köşk dediğin paşada, padişahta olurdu. Dediğim gibi; ev’di hepsi. Uzatmayalım; mahallemiz, bildiğiniz mahalleydi işte. Ve komşularımız… Güzel komşularımız… Güzel kızlar, kadınlar, yakışıklı delikanlılar, afili beyler, kravatlı efendiler, güngörmüş yaşlılar, dedeler, nineler, mini mini bebeler… Küçücük dünyamızın küçük- büyük insanları; komşularımız… Hele hele üniformasız bekçilerimiz; ağabeylerimiz!.. Filmlere, romanlara, hikâyelere konu olmuş; gece gündüz demeden mekânlarından mahalleyi gözetleyen, ceketi omzunda olmasa da meccanen mahalleyi ve mahalleliyi koruma-kollama-gözetleme görevi yapan ağabeylerimiz! O ağabeylerimizin gözetleme kuleleri: Kahvehanelerimiz!.. Masaya attığın iskambil kâğıdı seçilemeyecek kadar sigara dumanına boğulmuş, tavşankanı çaylarıyla meşhur kahvelerimiz… Ya -yarışmalara katılmasalar da- birbirleriyle güzellikte yarışırcasına güzel, endamlı, süslü ablalarımız!.. Ama bir tanesi vardı ki ‘Fahriye Abla şiiri’ ona yazılmıştı sanki. “Bu, afyon ruhu gibi baygın mahalleden” … Asıl baygın olan bizlerdik. (Abilerden sonra tabi.) Aygın; baygın… Ezberimizdeydi o mısra: “Ne güzel komşumuzdun sen, Fahriye abla!” Cumbadan göründüğünde kaş-göz çalışırdı; ‘Baksana, çıktı!’ O yürürken ‘iğde dalının salınışı gibi’ derdi Servet Abi. Aramızda ‘İğde Dalı’ kaldı adı. Güleçti. Önümüzden geçerken hep gülümserdi: ‘Al lan beni; anana inat, varacam sana! Hadi al artık!’ Kıpkırmızı kesildiğimi hissederdim. İfrit olurdu Servet abi. “Ah ulan, ah! Bana dese de, kapıp kaçırsam bi gün!” Yokuştan inişi seyre değerdi mahallenin küçük yaramazları olan bizler için bile. Başını yerden kaldırmadan, ayakkabısının ökçelerini kırmadan yürümeye çalışması taşı incitmemek için yürüyor hissi veriyordu. Servet abi buna ‘keklik gibi sekiyor’ derdi. Bir de Cumartesi günü sinemaya giderse 14,30 matinesine… Şıp! Servet abi orda. Filim önemli değil. Zaten filmi değil, İğde Dalı’nı seyretmeye giderdi. Erkekler ayrı tarafta otururdu sinemada. Aynı havayı solumak bile haz veriyordu Servet Abi’ye. Yanına dahi yaklaşamıyordu; biliyoruz ama o, ne masallar anlatırdı çıkınca. “Haftaya Zeki Müren’in filmi var; beraber ona gideceğiz.” Zeki Müren’in filmi varsa kadınlar kaçırmazdı zaten. Ama İğde Dalı’nın Servet Abiyle gideceğine kimse inanmazdı. İnanmış gibi yapardık hep. Yine öyle yaptık. Servet abi kunduracıda çalışıyordu. Biz onun çömezleri gibiydik mahallede. Briyantinli saçları, geniş paça pantolonu, kocaman tokalı kemeri hep ilgi alanımızdı. Ona benzemek için onu taklit ederdik. Taklit ederdik yanlış olur; özenirdik ona. Bu yaşta ne onun gibi briyantinli saç, ne bol paça pantolon giyebilirdik. Saçlarımız ise üç numara… Bizi kollayıp gözetmesi, bizim onun gibi olmaya çalışmamız… Biraz mahalle abisine özenti, biraz anlatacak heyecanlı konular… E, bizim de anlatacak masallarımız oluyordu böylece mahallede yaşıtlarımız arasında. Servet abi mahallenin Ayhan Işık’ı idi. Ahmet Tarık Tekçe ve Hüseyin Baradan’dan mahalleyi kollamak, koruyup gözetmek onun göreviydi sanki. Hele İğde Dalı’nın etrafında kuş uçsun istemezdi. Bizden rakipleri hakkında jurnal beklerdi. Onun hafiyeleriydik. İğde Dalı Uzunçarşı’dan aşağı salınmaya başladı mı, hafiyelerinden biri kunduracı dükkânının önünde biter; ya ‘İğde Dalı’ ya da ‘keklik’ diyerek Servet abiyi uyarırdık. Önlüğünü attığı gibi dükkândan fırlardı: “Gene nereye gider bu kız!” Kükrer gibi. Kız, dükkân dükkân dolaşır; bizim jön peşinde, vitrinin dışından olan biteni seyrederdi camda saçlarını düzelterek. Dört parmakla saçlarını tarar gibi düzeltirdi. Üç numara tıraşımızla bile o hareketini tekrarlardık arkadaşlar arasında. Kolunu bir atışı vardı ki saçlarını eliyle tararken. Öf ki öf! Bayılırdık. Dedim ya; her hareketine özenirdik. Fakat bize öyle gelirdi ki ‘kızın Servet Abi’de ne gönlü vardı; hatta ne de ondan haberi! Biz yine de masallarını dinliyorduk can kulağıyla. Sanırım o zamanki aklımızla hovardalık öğrendiğimizi sanıyorduk. Bir de olmasını arzuladığımız bir masal, bir film gibi hoşumuza gidiyordu bu. *** Genç Hafiyeler (Servet Abi bize öyle diyordu) olarak acı gerçeği hangimizin söyleyeceği hakkında uzun tartışmalardan sonra Servet Abi’yi bir Pazar günü kahveden çağırmak ve jurnali iletmek bana düştü yine: Düğünlerde türkü söyleyen başka mahalleden bir delikanlı İğde Dalı’na ilgi duyuyordu. Mahallenin kadınları uzun zamandır bildikleri bu haberi biz çocuklardan saklıyorlarmış meğer. Bir düğünde tanışmışlar. Çarşıdaki bir pastanede buluştukları dahi konuşulur olmuş kadınlar arasında. Hatta kızın da gönlü var gibiymiş ama ailesi kabul etmiyormuş. ‘Davulcuyla zurnacıya kız mı verilir’ diyerek. Bu haberlerin ne kadarı doğru, bilmiyorduk ama Servet Abi kudurdu duyunca. “Nasıl olur, lan! Vururum o pisliği! Öldürürüm billah!” Durup durup “Öldürürüm ikisini de!” diye haykırıyordu. Biz sus-pus; köşeye büzülüyorduk. Ateş fışkıran gözlerle bize baktıkça suçluymuşuz gibi kenara köşeye büzülüyorduk. Servet Abi kızıp köpüredursun; bir süre sonra, bizden önce daha kötü bir haberi kendisi almış: ‘Kız, delikanlıya âşık. Türkücü kızı kaçırmış ve Evlenme aşamasındalar.’ Bu defa Servet Abi mahallenin namusu için peşlerinden gitti. Mahallenin namusu için mi, kendi namus meselesi yaptığı için mi, racon gerektirdiği için mi, bilinmez. Günlerce sürdü arama. Ne polis, ne jandarma, ne ailesi, ne de Servet Abi’nin araması netice verdi. Sonunda Servet Abi sanki mahalleyi terk etti. Kimseden yardım istemedi, kimseyle görüşmez oldu, uzun bir süre evine kapandı, kahveye, arkadaşlarına bile uğramaz oldu. Istırabıyla baş başa kaldı. Hayata, her şeye, herkese küstü. Günler sonra jandarma ‘izlerini buldu’ dediler. İzlerini diyorum, çünkü İğde Dalı ‘kendi isteğimle geldim’ deyince ailesine durumu haber vermekten başka yapılacak bir şey yokmuş. Öyle dediler. “Vuracağım onları! Öldüreceğim ikisini!” diye bağırıp çağırdı Servet Abi kahvede ve atladı trene peşlerinden gitti. Yine bir hafta kadar geçti. Servet Abi’den de, İğde Dalı’ndan da, Türkücü’den de haber alınamadı bu zaman zarfında. Bütün mahalle merak içindeydi. Kadınlar toplantılarında, erkekler kahvelerde türlü senaryolar üretmekteydi. Servet Abi’nin kulağına gitmesin ama mahallede ‘kızın ailesi inat etmesin artık’ denmeye başlandı. Dedi-kodu mekanizması çalışmaya başladı. Türkücü’yle kızı öldürdüğü falan söyleniyordu. Servet Abi’yi her açıdan gözden çıkarmışlardı anlaşılan. Tam ‘anlaşılan gözden çıkarmışlardı’ dediğimiz sırada indi trenden Servet Abi. Türkücü ile İğde Dalı yanındaydı. Şaşırıp kaldık. Çarşıda pastaneye girdiler birlikte. Servet Abi mahalleye girdiğinde korkudan ağzımız kurudu. Yalnızdı. “Eyvah! Vuracak ikisini de!” Önce kahveye girdi. Başka birisi gibiydi. Bakışlarını tanımaz olmuştuk dışardan kahveyi gözetlerken. ‘Kesin vuracak! Tabanca almaya girdi oraya’ benzeri laflar duyuyorduk. Bir sigara içti. Kimseyle konuşmadı, kimseyi yanaştırmadı yanına, kimseye selam bile vermeden bir süre öylece sigara ve çayla donuk donuk baktı yere. Bir ihtiyara doğru seslendi: “Hacı Amca!” Ve ekledi: “Kalk, şu kızın evine gidelim. Ailesiyle görüşeceğim.” İkiletmedi Hacı Amca: “Peki, evlat.” Kahveyi, kahvedekileri ve camdan içeriyi izleyen bizleri nasıl tarif edebilirim size? Bir şey anlamadık ki! “?” “?” Evin etrafında bekleşen jurnalcilerine (yani bizlere): “Pastaneden alıp gelin ikisini!” dedi. Ne demekti bu? Buz kesildik. Biz getireceğiz. Servet Abi vuracak. Çömezleri olarak biz de bu yaşta onunla birlikte suça ortak olduğumuzdan hapse mi gireceğiz? Kaçmak istedik; “Aile affetti!” dedi. Kimse anlamadı bunun anlamını. Biz de! Aile affeder, Allah bile affeder. Servet Abi affeder mi ki?! Tedirgindik. Hiçbir şey anlamamıştık. Sevinsek mi, üzülsek mi bilemeden pastaneye koştuk. Yine keklik gibi sekerek geldi İğde Dalı. Türkücü’nün koluna girmişti. Yakışıyorlardı birbirlerine ama bizim gözümüzde ona en yakışan Servet Abi olacaktı. Filmin jönü Servet Abi olmalıydı. Boynu bükük yürüdük arkalarından İğde Dalının salına salına yürüyüşünü seyrederekten. Ne oldu evin içinde, ne konuşuldu, Hacı Amca mı konuştu, Servet Abi mi, silah mı, silahlar mı, bilmiyoruz. Hiç gürültü patırtı da gelmedi evden. Epey bir zaman sonra Servet Abi ile Hacı Amca çıktı, konuşmadan hızlı adımlarla köşeye doğru gittiler. Yüzlerinden sevinçli mi, üzüntülü mü olduklarını anlamak mümkün değildi. Köşeden sonra kayboldu ikisi de. Bütün mahalle, kahvedekiler de dâhil; gecenin geç vaktine kadar sadece yorum yaptık. Ortak zannımız şuydu: ‘Evde herkesi öldürdü. Hacı Amca’nın konuşmasını da yasakladı ki; adam ağzını açmadan evine gitti.’ *** ¨ Sabahı zor etti mahalleli. Kahve geç açıldı o sabah. Akşamki yorumlar çeşitlenmişti. Her kafadan bir ses… Radyo dahi açılmadı. Çıt yoktu. Sessizce çay, kahve, sigara içilmekteydi. Taa ki Hacı Amca kahveye gelene kadar. Jurnalciler olarak okulu kırmıştık. Ders dinleyecek halde değildik. Üstelik meraktan ölüyorduk. “Oh be!” diye adeta haykırdı kahvedekiler sonunda. Sevinçle bağrışıyorlardı. Kahveci coştu: “Çaylar, kahveler benden!” Dayanamadık, ilk ve son defa kahveye daldık: “N’olmuş amca?” “Hadi, siz okulunuza! Her şey yolunda!” Rahatladık diyemem ama korkmamız gereken bir şey olmadığını anlamıştık. ‘Şimdilik bu kadarı yeter’ diyerek çıktık kahveden. Rahatlamasına rahatlamıştık ama o günden sonra ne mahallede, ne kahvede, ne çarşıda, ne kunduracı dükkânında Servet Abi’yi gören olmadı. Ne zaman ve nereye gittiği hakkında her zamanki gibi herkes bir şey söylüyordu. Gerçek şu ki; bizim Ayhan Işık, Ahmet Tarık Tekçe, Hüseyin Baradan beklerken Önder Somer’e yenilmişti. Bunu kabullenemezdi; ihtimal ki; şehirden bile gitmişti. Bir daha gören olmadı. *** Günler sonra öğrendik: Servet Abi bakar ki kız türkücüyü istiyor. Bağrına taş basarak mahalleli ve kızın ailesini ikna etme ağabeyliğini üstlenmiş. Tutmuş kollarından ikisinin de “Ben anlatırım; hallederim ben!” deyip, alıp gelmiş kaçtıkları yerden. Varmış kızın ailesine Hacı Amca’yla “Bu böyle olacak! Olmalı!” deyip, kestirip atmış. Aile ‘gık’ bile demeden “Peki” demiş. Demiş ama Hacı Amca’nın anlattığına göre bir ağlamadığı kalmış bizim Ayhan Işık’ın. Kendini zor tutmuş o evde. Ve “Bu çocuklar size emanet. Kılına zarar gelmesin.” diyerek işaret etmiş: “Hac’amca, hadi gidelim.” Kalkmışlar. Servet Abi, İğde Dalı, Türkücü, Hacı Amca, hatta biz jurnalciler için bile uzun süre ne masallar anlatıldı, bilseniz, mahallede. Hâlâ da anlatılmakta… Kitaplara sığmaz dedi -kodular var. Hangisini anlatayım… Ne fayda; olan Servet Abi’ye oldu. Mahallenin hem yakışığı, hem yakışıklısı gitti. Tadı-tuzu gitti. Bizim idolümüz gitti. Ne fayda! Çıktım iğdenin dalına Dal kırılıverdi Vardım yârin yanına Yar sarılıverdi ** İğde dalı gevrek olur Basmaya gelmez Elin kızı nazlı olur Küsmeye gelmez Mehmet Ünal Taşpınar
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.