Bir düşünür şöyle demiş:
Düşünmek, gerçekten de acı vericidir. Çünkü farkındalık yaratır ve şüpheye yol açar. Düşünmek insana bir yük gibi görünür. Bu yüzden insanların çok büyük bir bölümü düşünmekten kaçmak için, kendilerini bir ideoloji veya inançla hipnotize ederler. (Jiddu Krishnamurti, Hindistan asıllı düşünür, konuşmacı ve yazar.)
Bunu okuyunca kendi kendime “sen de ‘dil, dil’ diye diye hipnotize oldun” dedim. “Başka şey bilmez misin?”
Başka şey?
Neyimiz kaldı ki dilimizden başka? Ziya Gökalp gibi bakmazsak elimizden o güzelim dilimiz de gidecek diye korkarım.
Güzel dil Türkçe bize,
Başka dil gece bize.
İstanbul konuşması
En saf, en ince bize.
ZİYA GÖKALP
Neler girdi, kimler karıştı ya da karıştırdı da Türkçe bugünkü bozgunu yaşıyor?
Kendimce tespitler yaptım bu konuda:
- Sosyal medya dili
- Yabancı filmlerin (tuhaf) tercüme dili
- Tv’lerdeki (bazı) spiker ve konuşmacıların dili
- Gazete, dergi, kitap vb. Editörlerin (cehaleti diyemeyiz) ilgisizliğinden yanış yazılan (imla yanlışı, dizgi ve baskı hatası vb.) Nedeniyle yanlış öğrenilen kelime ve deyimler
- Kısaltmaların (tbmm gibi) yazarlarca yazılarına (sanki yapmazsa yazısı pek çok uzayacakmış gibi) kendi konusundaki mevzuları da tbmm’de olduğu gibi ‘işaret diline’ indirgemeleri.
- Aynı sebeple sosyal medyada sık kullanılan kelimelerin kısaltılarak kullanılması (mrb=merhaba vb.): ben sosyal medyadaki yazışmalarla bu tür kısaltmalar için ayaküstü, alelacele (fastfood) diyorum. Fastfood artık sadece yemeklerin için değil, güzel türkçemizin de içine işledi. Sadece beden sağlığımız açısından değil, dilimiz açısından da sağlıksız bir gelişmedir.
- Kitaplardaki çevirmen hataları: ilgili dile tam vâkıf olamamaktan olsa gerek çevirmenlerin bilmeyerek ya da istemeksizin yapılan yanlışlık, yanılmaları
- Yazarların (bunu bazen ben de yapıyorum ne yazık ki) yazıyı yetiştirmek için yaptıkları, son okumaya gerek duymadan acelelikler.
- Tabelalarımıza giren yabancı kelimeler. “PideLand”, “Potetos”, “Potetos Fud”… Sanki yabancı bir dilde yazarsa ‘daha mı iyi, kaliteli, saygın, büyük işletme’ falan mı olduğunu düşünüyor acaba bunu yazanlar?
Hipnotize olduğum takıntılarım bana “acaba” dedirtiyor, “güzel cümleler, hele şiirler eskisi kadar kullanılmaz, hatta ‘sevilmez’ mi oldu da yapay, (hadi yine o kelimeyle anlatalım) fastfood konuşmaya, daha çok da yazmaya başladık?” Her şehirde ve sıklıkla şiir matinelerinin olduğu altmışlı yılları özler oldum.
Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor
Bu şehir o eski İstanbul mudur?
Karanlıkta bulutlar parçalanıyor
Sokak lambaları birden yanıyor
Kaldırımlarda yağmur kokusu
Ben sana mecburum sen yoksun
ATTİLÂ İLHAN
“Attilâ İlhan siyah balıkçı kazağıyla sahneye çıktığında salonda alış kıyamet yeri göğü inletirdi. Edebiyat matinelerinin hız kesmeden, soluk soluğa seyredildiği zamanlardı. Bıçkın ve bohem edasıyla seyirciyi büyüleyen Attila İlhan uzun atkısını omzundan geriye doğru fırlattığında ilgisi büsbütün artan seyirci alkışlar eşliğinde “Pia! Pia! Pia!” diye tempo tutarlardı. Bu ilgiden memnun olan şair gözlerini ufka dikerek “Pia”yı okumaya başlardı”. (C. Hakkı Zariç, Evrensel, 14 Şubat 2016)
PİA
ne olur kim olduğunu bilsem pia'nın
ellerini bir tutsam ölsem
böyle uzak uzak seslenmese
ben bir şehre geldiğim vakit
o başka bir şehre gitmese
otelleri bomboş bulmasam
içlenip buzlu bir kadeh gibi
buğulanıp buğulanıp durmasam
ne olur sabaha karşı rıhtımda
çocuklar pia'yı görseler
bana haber salsalar bilsem
içimi büsbütün yıldız basar
bir hançer gibi çıkıp giderdim
ben bir şehre geldiğim vakit
o başka bir şehre gitmese
singapur yolunda demeseler
bana bunu yapmasalar yorgunum
üstelik parasızım pasaportsuzum
ne olur sabaha karşı rıhtımda
seslendiğini duysam pia'nın
sırtında yoksul bir yağmurluk
çocuk gözleri büyük büyük
üşümüş ürpermiş soluk
ellerini tutabilsem pia'nın
ölsem eksiksiz ölürdüm
ATTİLÂ İLHAN
Elbette tek Attilâ İlhan değildi şiir matinelerindeki şairler. Biz bir örnek olsun diye onu yazdık. Aşağıya alacağımız NEDİM de elbette divan şiirimizin tek temsilcisi değildi.
Şiir bir medeniyetin, toplumun billurlaşmış hafızasıdır. Eğer medeniyetin kültürel alandaki gücünün hülasası niteliğini taşıyan şiir tükenmeye başlamışsa, o medeniyetin buharlaşması kaçınılmaz demektir. Ve medeniyetlerin terennüm gücü olan şiir tükenmeye başladıkça, doğal olarak dildeki hâkimiyeti de kaybolacaktır. (Mehmet Ocaktan, Karar Gazetesi 30.9.2018, “Medeniyetimizin Billurlaşmış Hafızası Şairlerdir” başlıklı yazısından)
Her bir beyti kuyumcu titizliği ile işleyen divan şairlerimiz medeniyetimizin ses mimarlarıdır. (Mehmet Ocaktan, Karar Gazetesi 30.9.2018, “Medeniyetimizin Billurlaşmış Hafızası Şairlerdir” başlıklı yazısından)
Bir safa bahşedelim gel şu dil-i nâ-şâda
Gidelim serv-i revânım yürü Sa’dâbâd’a
İşte üç çifte kayık iskelede âmâde
Gidelim serv-i revânım yürü Sa’dâbâd’a
NEDİM
İyi ki ONLARIN zamanında bu tür sıkıntılar yokmuş dilimizde.
“Dilimizde” deyince eski (Arapça, Farsça) kelimelerin bol bol kullanıldığını önüme sürecekler biliyorum. Hatta ÖZTÜRKÇE kavgalarından bile dem vurulacak. Hepsine saygım sonsuz. Yerleşmiş kelimeler için “zenginliğimiz” diyorum. PideLand, mrb… gibilerini affedemeyeceğim bir tarafa atıyorum.
“DİL DEDİĞİN DEDİR Kİ?” deyip geçmeden dilimize sahip çıkalım diye bu kadar uzun yazdım.
Çünkü dil dediğin HERŞEYDİR.
Bol şiirli günler dilerim.
MEHMET ÜNAL TAŞPINAR
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.