Mehmet Ünal Taşpınar

Mehmet Ünal Taşpınar

BİRAZ EDEBİYAT KONUŞALIM MI?

  • OKUMAK/YAZMAK
  • LİSE YILLARI, ANILAR,
  • ŞAİRLER, ŞİİRLER,
  • ŞARKILAR, ŞARKICILAR
Okumak, güzeldir. Okunan metin akıcı bir dil ile örülmüşse daha güzeldir. Mehmet Kahraman, öykülerini akıcı bir dil ile örüyor. Bireyin hayat içerisindeki konumu irdelendiği gibi özel ilişkileri de irdelenmiş. Bireyin nasıl bir eş, arkadaş, ebeveyn olduğu gözlenmiş. İş hayatı, evlilik hayatı ve aile hayatının inişleri, çıkışları, huzursuzlukları, mutlulukları bireyin hayatına nasıl yansımış ve bu yansılar karşısında birey ne tepkiler vermiş, bunlar üzerinde durulmuş. Mehmet Kahraman, ilk kitabı Minareden Düşen Erzan’da olduğu gibi Işıklar Açık Kalsın’da da psikoloji ve sosyolojinin imkânlarından yararlanıyor. (Yazı ve fotoğraf Hatice Ebrar Akbulut’un MEHMET KAHRAMAN’LA yaptığı söyleşiden alıntıdır-edebistan.com’dan) Okumak… Doğrusu, benim için de en güzel şeylerdendir okumak. Güzel güzel de okuyordum o gün. Şiir bile okuduğum oluyordu arada. Nostaljik şiirler. “Şişede balık olsam” misali:   ESKİLER ALIYORUM Eskiler alıyorum Alıp yıldız yapıyorum Musiki ruhun gıdasıdır Musikiye bayılıyorum Şiir yazıyorum Şiir yazıp eskiler alıyorum Eskiler verip Musikiler alıyorum Bir de rakı şişesinde balık olsam ORHAN VELİ KANIK   Yaşımdan yola çıkıp hep nostalji, hep nostalji yapıyorum sanılmasın. Yenileri dergilerden okuyorum. Gelelim asıl anlatmak istediğime. Bütün mesele şu kitaptan çıktı: NURULLAH ATAÇ. (T.C. kültür ve turizm bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü/Ankara 2011 – Editörler: Mustafa Şerif Onaran, İbrahim Çelik) Zamanın Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın önsözüyle başlıyor kitap.   EDEBİYAT HOCALARIMIZ VE ANILAR Önce edebiyat hocalarımız Tayyar Ataman ve Mahir Türkkan’ı düşündüm. Mahir Bey divan edebiyatına daha düşkündü gibi hatırlıyorum. Divan edebiyatından tutun, Yunus Emre, Mehmet Akif şiirleri… Ahmet Haşim: “Akşam, yine akşam, yine akşam Göllerde bu dem bir kamış olsam!”, sonra “Merdiven/Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden…” BİR GÜNÜĞN SONUNDA ARZU   Yorgun gözümün halkalarında Güller gibi fecr oldu nümayan, Güller gibi... sonsuz, iri güller Güller ki kamıştan daha nalan; Gün doğdu yazık arkalarında! Altın kulelerden yine kuşlar Tekrarını ömrün eder ilân. Kuşlar mıdır onlar ki her akşam Âlemlerimizden sefer eyler? Akşam, yine akşam, yine akşam Bir sırma kemerdir suya baksam; Üstümde sema kavs-i mutalsam! Akşam, yine akşam, yine akşam Göllerde bu dem bir kamış olsam! AHMET HAŞİM/1921   MERDİVEN Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden, Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak, Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak... Sular sarardı... yüzün perde perde solmakta, Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta... Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller; Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller, Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer? Bu bir lisan-ı hafidir ki ruha dolmakta, Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta... AHMET HAŞİM   Bir de Mahir Hoca’nın, Haşim’in şiiri için “yazılışı değil, okunuşu, şiirin kulağa gelen ses uyumunu, müziğini tercih eder” dediğini hatırlıyorum. Mahir Bey’in anlattığı, Haşim’le ilgili olan anekdotlardan (Şimdi moda bu tâbir; ‘minik öykü’ veya ‘öykücük’ falan diyemeyiz ama Mahir Bey (Rahmetli) duymasın, hele Nurullah Ataç! Mezarından kalkıp kulağımızı çeker.) biri şöyle: Ahmet Haşim kendini beğenmez, çirkin bulur ve bu nedenle olsa gerek aşağıdaki BAŞIM şiirini yazar. (Hoca, şiirlerin hikâyelerini biliyormuş demek ki. (Anekdotları takip ediyormuş demeliydim. 50-55 sene evvelden bahsediyoruz.)       MUTSUZ DÜNYANIN ÇİRKİNİ: AHMET HAŞİM   Ahmet Haşim yakışıklı bir erkek değilmiş. Yanağında bir şark çıbanının büyükçe bir izi varmış. Ancak yakından bakanların anlayabildiği koyu mavi gözlere sahipmiş. Gözlerinden fırlayan zekâ kıvılcımları, güzelleştirirmiş O'nu. Fakat kendini çok çirkin sanır ve bunun acısını taşırmış. Yakup Kadri'nin "Ağzıyla değil, gözlerinin ucundan gülümser ve çekici bir hal alır Haşim" demesi bile ikna etmezmiş.  Altı yaşındayken annesini yitirmiş ve bu hüzün ömür boyu üzerinden eksik olmamıştır. İki ay süren bir evlilik geçirmiş. Ancak öldüğü yıl boşanabilmiştir. Bu durumda olduğu halde bile zaman zaman evlilik maceralarına kalkmakta sakınca görmemiştir. Fakat huysuz bir insan olduğu için olumsuz sonuçlanmıştır attığı her adım.  Bir gün yine böyle bir kız isteme macerasında, âşık olduğu kızın evine ziyarete gider ahbaplarıyla. Annesiyle oturan kız bu evliliğe çok hevesli. Fakat Haşim eve ayak basar basmaz pişman olup geri dönmüş. Kapıdan çıkar çıkmaz şöyle bağırmış: "Gördüm, kızın kırk yaşında, annesine tıpkı benzeyip nasıl olacağını gördüm. Ben o kızı istemem!"  Geçimsiz bir insanmış Ahmet Haşim. En yakın arkadaşlarını bile, bir başkasına çekiştirmekten rahatsızlık duymazmış. Erken yaşta dökülen saçlarından rahatsızlık duyar, kel olduğu için kadınlar tarafından beğenilmediğini düşünürmüş. "Kellik yalnızca benim başımda beladır "dermiş.  Midesine çok düşkünmüş. Gurme diye nitelendirilebilecek kadar, yemek kültürüne sahip. Lezzetten çok iyi anlayan, güzel yemeklerden zevk almayı bilen bir insanmış. Galatasaray Lisesi mezunu olması sebebiyle mükemmel bir Fransızcası varmış. Çeşitli işlerle uğraşırken, yaptığı öğretmenlik te, hep olağanüstü anlatılırmış.  Hayatının son günlerinde hasta yatağında yatarken, uzun süredir tanıdığı ve tedaviye gittiği Almanya'dan "Yanımda olmayışın beni harap ediyor" diyerek aşk mektupları yazdığı kadınla, ölmeden üç hafta önce nikâhlanmış. Emekli maaşının sevdiği kadına mutlaka kalmasını istiyormuş.  Haşim edebiyat dünyasıyla kavgalıymış hasta olduğu sıralar. Fakat ölmeden önce herkesle kırgınlığını düzeltmiş. Son günlerinde dostları yalnız bırakmamış O'nu. Öldüğü zaman Eyüp Mezarlığı'na defnedilmiş.  Sembol dünyasının sessiz efendisi. Bir şeyle birçok şeyi resmetti şiirleriyle. Yaşamın yanında; aşk, ölüm, idealizm, kadın, simgeler âleminin içinde, mutsuzluğunu yansıttı devamlı. Elinin tersiyle itti hayatı mutlu yaşamayı. Küçük yaşlardaki öksüzlüğünün acısını dizelerde sakladı. Çirkin olduğu bile kelimelerin aynasında takılı kaldı.  Nasıl istersen öyle dinle, bakın,   Dalların zirvesindeyiz ancak,   Yarı yoldan ziyade yerden uzak.  Yarı yoldan ziyade maha yakın.  diyerek; uzak yerlerden, yakın yerlere bir selam gönderiyor sessizce.... (milliyet.com.tr)   İşte o şiir:   BAŞIM “Yakup Kadri’ye” Bî- gövdeme gelmiş konmuş, Müteheyyiç, mütekallis bir baş; Ayırır sanki bu baştan etimi Ömr-i ehrâma muâdil bir yaş! .. Ürkerim kendi hayâlâtımdan, Sanki kandır şakağımdan akıyor; Bir kızıl çehrede âteş gözler Bana güya ki içimden bakıyor.   Bu cehennemde yetişmiş kafaya Kanlı bir lokmadır ancak mihenim, Ah ya Rabbî, nasıl birleşti Bu çetin başla bu suçsuz bedenim? Dişi, tırnakları geçmiş tenime Gövdem üstünde duran ifrîtin; Bir küçük lâhza-i ârâma feda Bütün âlâyîşn nam ü sıytin! .. AHMET HAŞİM Piyale, 1926 Bizim dönemin lise tahsillileri (Afyon Lisesi’nde ve Mahir Bey’de okumuş olanlar) aruz kalıplarını da iyi bilir: “Mefâilün Feilâtün Mefâilün Feilün…” Mahir Bey’in ezberlettiği şiir çok. Ve… Yahya Kemal Beyatlı… Tabii ki Sessiz Gemi: “Artık demir almak günü gelmişse zamandan…”Bu şiiri Hümeyra. Şarkı yapmıştı 1970’lerde. Hatırlayan var mı? Milliyet'ten Asu Maro'nun yazısı: “Yıl 1969, mekân Melodi Plak.  Grafiker genç kız çizdiği plak kapağının kurumasını beklerken gitarını alır eline, mırıldanmaya başlar: “Güzelliğin on para etmez Bu bendeki aşk olmasa. ” Patrona yakalanır “Ne dinliyorsunuz?” sorusuna karşılık “Plak dinlemiyorum, ben söylüyorum.  Kendi bestem” der.  Cevap kısa ve nettir: “Yarın plak olsun Bu, masala benzeyen keşif öyküsü olmasa Hümeyra ne zaman ve hangi kılığıyla çıkacaktı karşımıza tahmin etmek zor. Bir şekilde hayatımızı aydınlatan yıldızlardan biri olacaktı, o kesin. Ama sesiyle, ama oyunculuğuyla, ama çizgileriyle.” Yukarıdaki yazıda yazılanları aynen hatırlıyorum. Zira İstanbul Şehremini’deki (Hoş, başka yerde yoktu ya Afyon Yurdu. Lafın gelişi işte…) Afyon Yurdu’nda kaldığım zamanlar. Aksaray’dan Şehremini’ye yurda doğru yayan gitmekteyken… Taşkasap’a varmadan bir bakkal veya büfedeki gazeteden okumuştum. Yukarıdaki yazıda dendiği üzere: Masal gibi… Bir plakla şöhret olunduğu zamanlar… SESSİZ GEMİ Artık demir almak günü gelmişse zamandan Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.   Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol; Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.   Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.   Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu! Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu! Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler; Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler   Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.   YAHYA KEMAL BEYATLI   AHMET HAŞİM KİMDİR? (…) Haşim’in hayat hikâyesinden bahsetmeyi elzem görüyorum; çünkü eserin yazarını bütün yönleriyle tanımak, eserde bahsedilen olayların, duygu ve düşüncelerin çözümü için bize yardımcı olur. Yazarın biyografisiyle beraber sanat anlayışı ve sanata bakışı, eserlerinin arka planında olanları anlamamıza yol açacak ipuçları ile doludur. Haşim, 1884-1885(?) yıllarında Bağdat’ta doğdu. Babası, birçok yerde mutasarrıflık yapmış olan Arif Hikmet Bey, pek çok âlim yetiştirmiş Âlûsî ailesindendir. Haşim, 1894–95 yıllarında İstanbul’a gelir ve ilk önce Numûne-i Terâkki mektebine, bir yıl sonra da Galatasaray Lisesi’ne kaydolur. Burada, edebiyat öğretmenlerinin yardımlarını gören Haşim, ilk şiirini Servet-i Fünun şairlerinin tesirinde, Mecmua-yı Edebiye’de, “Hayâl-i Aşkım” ismiyle neşreder. Onun sanatını, dört devreye ayırmak mümkündür: Servet-i Fünûn tesirinde olduğu dönem, Fecr-i Âti dönemi, Birinci Dünya savaşından 1921’e kadar olan dönem( bu yıllar arasında, Haşim’in kalemi hemen hemen susmuştur- son olarak da, 1921’den ölümüne kadar, en güzel şiirlerini yazdığı dönem. Edebiyatımızda bir yönüyle sembolist (simgeci), bir yönüyle de empersyonist (izlenimci) olarak düşünülen A. Haşim’in, şiirlerini tam olarak anlayabilmek için onun ruh halini iyi tahlil etmek gerekir. Gelelim, Haşim’in mizacının oluşmasındaki başlıca amillere: Annesine duyduğu sevgi çok büyüktür ve küçük yaşta annesini kaybetmesi, Haşim’in sanatında ortaya çıkan karamsarlık ve hüznün en büyük sebeplerindendir. Haşim’in, şiirlerinin çoğunda devamlı olarak güneşin batış anından bahsetmesi, herhalde akşam üzerleri, Dicle kenarında annesiyle yaptığı gezintilerin tesiriyledir. Annesine sevgisi o kadar büyüktür ki, tabir caizse, evlenebilmek için ona benzer bir kadın aramış, bulamamış ya da sevdiği insanı bir daha kaybetme korkusundan olacak ancak ölümünden 4 gün önce evlenebilmiştir. Onun mütemadiyen geçmişe dair özlem duyması ve şiirlerinde çoğunlukla melâlden bahsetmesi, annesini küçük yaşta kaybetmesiyle ilgilidir. Geçmişe dönüşün imkânsızlığını bilen şair, “Şafak” adlı şiirinde şöyle der: “Dönmek mi? Ne mümkün geriye dönmek, Düştüyse gönüller bu melâle. Bir eldir ufuklardan uzanmış, Zulmet bizi çekmekte visâle.” 1933’te hayata gözlerini yuman şairi, rahmetle anıyor ve sizlere, onu anlamanız için, “O Belde” şiirindeki şu mısraları dikkatle okumanızı tavsiye ediyorum: “Sana yalnız bir ince taze kadın, Bana yalnızca eski bir budala Diyen bugünkü beşer, Bu sefil iştiha, bu kirli nazar, Bulamaz sende, bende bir mana.”
  • ŞİİRDE MUHTEVA (İçerik) ve KONU
Şiir tahlillerinde ilk önce, metne bağlı olarak ortaya çıkan, biri görünen(vitrin)anlam, biri de şiirin içinde gizli olan iki yön olduğunu unutmamak lazım. İlk bakışta çeşitli yorumlara açık olan bu şiirde, herkes tarafından görülen (vitrin) anlam içinde bulunanlar şunlardır: Hayatı simgeleyen bir merdiven imgesi, bir akşam tablosu, güneş rengi sarı yapraklar, yüzün perde perde soluşu, kızıl bir akşam dekoru içinde yere eğilmiş şekilde sürekli olarak kanayan güller, dallardaki kanlı bülbüller, sararan sular, tunç rengini almış mermerler ve bütün olarak bunlara ait olan gizli bir lisan. Şairin “merdiven” sembolüyle anlatmaya çalıştığı ‘hayat yolu’dur. Bu sembolün dışında şiirde, “etek”, “güneş rengi bir yığın yaprak”, “yüzün perde perde soluşu” gibi semboller ile “suların sararması”, “kızıl havalar”, “alev gibi dallarda duran kanlı bülbüller” ve tunca benzeyen mermer” gibi anlatımlar empresyonist (izlenimci) özellikleri ortaya koyucu özelliklerdir. Ana konuyu destekleyen bu benzetme ve anlatımlar, görülen anlamı bir tabloya benzetecek olursak, eksik kalan yönleri tamamlar niteliktedir. Şiirin bütününe hâkim olan bu akşam tablosu içinde, şairin bize duyurmaya ve hissettirmeye çalıştığı psikoloji ise içinde hüznün ağır bastığı, biraz karamsar ama dolaylı anlatımın şairane kullanışlarını saklar. Bu akşam tablosu içinde, hayatın sona yaklaştığını anlatan sonbahar mevsimi ve sarı yapraklar, zamanın geçişi ve yaşlanmayla beraber duyulan hüzünle birlikte bir korkunun ortaya çıkışı neticesinde yüzün perde perde soluşu, güneşin batış anında dallardaki bülbüllerin aldığı renk, ve yanmış izlenimi veren sular içinde gizli bir lisan saklı oluşuyla şairin bize anlatmaya çalıştığı şey, ne yaparsak yapalım akşamdan (ölümden) kaçışın olmadığı gerçeğidir.
  • ŞİİRİN DİLE ve ANLATIMA DAYALI ÖZELLİKLERİ
Aslında onun şiirleri, özellikle başlangıçta, o güne ait olan, yani Servet-i Fünun ve Fecr-i Âtî’nin dil özelliklerini yansıtan ( Bugünün diline çok yabancı, kök itibariyle içinde çokça Arapça-Farsça sözcük ve tamlamalarla dolu) bir dildir. İşte bu yüzden onu günümüz şiir okuyucusu dil olarak anlamaktan uzaktır; fakat daha sonraları Haşim, “Biri Günün Sonunda Arzu” ve ölümüne yakın yıllarda yazdığı “Ağaç, Süvari” gibi şiirlerde, dil anlayışı değiştirir. Şiir içinde “muttasıl” ’ara vermeden, durmadan’, “hafî” ’gizli’ anlamındaki kelimelerin bulunması, bugünün okuyucusu için bir sorun teşkil etmemekte ve şiirin o güzel anlatımı içinde kaybolup gitmektedir.. Ahmet Haşim, Merdiven şiirinde kendi şiir anlayışına uygun olarak, duygu ve düşüncelerini doğrudan değil , dolaylı yoldan anlatmayı tercih etmiştir. “Güneş rengi bir yığın yaprak”, “alev gibi dallarda kanlı bülbüller”, “kızıl havalar” gibi sıfat tamlamalarını çokça kullanarak şiirde daha çok tasvire ait olan öğelerle söylemek istediklerini okuyucuda çağrışım yaratacak şekilde duyurmaya ve sezdirmeye çalışmıştır. Bu onun “Şiir Hakkında Bazı Mülâhazalar” başlığıyla Piyale kitabına koyduğu önsözdeki şiir anlayışıyla doğru orantılıdır. Bu yazısının bir bölümde Haşim şöyle der: “Şair ne bir hakikat habercisi, ne güzel konuşan bir insan, ne de bir yasa koyucudur. Şairin dili düzyazı gibi anlaşılmak için değil, ama duyulmak üzere oluşmuş, musiki ile söz arasında, sözden fazla musikiye yakın, iki arada bir dildir.” Haşim’in genel olarak şiirlerinde olan anlatım özelliği, mana noktasında okuyucunun hayalini harekete geçiren, imgeye dayalı farklı çağrışımlarla şiirin anlamını kişinin anlayışına göre genişleten bir yapı arzeder. Haşim, şiirde manadan çok musikiyi ön plana çıkarmış ve aruzunda yardımıyla şiirlerinde müthiş bir ses güzelliğine ulaşarak anlamda kapalılığı hemen hemen her şiirinde kullanmıştır. Yaşadığı devirde, özellikle “Bir Günün Sonunda Arzu” şiirindeki anlatımıyla anlaşılamadığını düşündüğü için “Şiir Hakkında Bazı Mülâhazalar” adlı şiir görüşlerini açıklayan bir yazı yazmak zorunda kalmıştır. Haşim’in şiirinin tesiri daha sonraları (1950’den sonra) II. Yeni şairleri üzerinde ortaya çıkmıştır.
  • ŞİİRDE BULUNAN SES ÖZELLİKLERİ
Ahmet Haşim’in şiirlerinde “anlamda açıklıktan çok” “ses öğesine önem” verişi, şiiri “söz ile musiki” arasında düşünmesinden kaynaklanır. O, “şiirde her şeyden önce önemli olanın kelimenin anlamı değil, mısradaki söyleniş değeri” olduğu görüşündedir. İşte bu yüzden de, şiirlerinde aruz veznini kullanılır. Merdiven şiiri aruz ölçüsünün “Mefâilün Feilâtün Mefâilün Feilün (Fa’lün)” kalıbıyla yazılmıştır. Şiirde kullanılan, “solmakta/olmakta, güller/bülbüller, do1makta/olmakta” gibi tam uyaklar, veznin dışında bu ses güzelliğinin oluşmasına yardımcı olan öğeler olarak düşünülebilir. Şiir içinde daha çok “r” sesi kullanılışı aliterasyon sanatına yol açmış ve bu da şiirde ortaya konan ses birlikteliğine katkı sağlamıştır. Şiirde içinde “r” sesi geçen kelimeler şunlardır: “Ağır ağır, bir, merdivenlerden, eteklerinde, rengi, yaprak, ağlayarak, sular, sarardı, perde perde, ruha, seyret, arza, kanar, güller, durur, benziyor, mermer.” Ayrıca şiir içinde kullanılan harf tekrarı dışındaki mısra tekrarı olan “kızıl havaları seyret ki akşam olmakta” söyleyişi de okuyucuya verilmek istenen mesajının duyurulması ve şiirde ses olarak bir bütünlük oluşması açısından önemlidir. Kafiyelerin seçimindeki “solmakta/olmakta, ve do1makta/olmakta” kelimelerindeki “makta” eki, ortaya konan durumun bitmiş bir şey olmadığını ve devam etmekte olduğunu bize duyurması açısından önemli bir özellik olarak karşımıza çıkar. Bu açıklamamızdan hareketle Haşim, mısralarını kurarken şiirinde, “sesi, anlatımı, manayı ve şiirde bütünlüğü oluşturan kurguya dair hemen hemen her şeyi düşünmüştür diyebiliriz. Şiiri cazip hale getiren öğelerden biri de, Haşim’in mısraları içinde gizli bir şekilde duran, söyleyişte bulunan içtenliktir.
  • ŞİİRDE BULUNAN EDEBİ SANATLAR
Haşim “Merdiven” şiirinde, birçok söz sanatından, anlam olayından ve tamlamadan yararlanmıştır. “güneş rengi bir yığın yaprak”, “alev gibi dal”, “kanlı bülbül”, kızıl hava” şiirde bulunan tamlamalardan birkaçıdır. Özellikle sıfat tamlamaları içine gizlenen anlam, şiirde mana derinliğine yol açmaktadır. Ayrıca, “alev gibi dallar” ve “tunca benzeyen mermer” bölümlerinde teşbih (benzetme) sanatı kullanılmıştır. “Merdiven” kelimesi ile ‘açık istiare’ sanatı yapılmış. Sadece benzetilen (Merdiven) verilerek, benzeyen (hayat yolu) anlatılmaya çalışılmıştır. “Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?” mısraında, güneşin batış anındaki olaydan dolayı, suyun yanıyor gibi görünmesi ile mermerlerin üstünü tunca benzeyen bir rengin kaplayışı doğal bir olaydır. Şairin bu durumdan haberi vardır ama bundan habersizmiş gibi duruş ile bilip de bilmezlikten geliş hali “tecâhül-i ârif” sanatına yol açmıştır.
  • ŞİİRDE BULUNAN İMGELER
Şiirin ismi olan “merdiven” kelimesi başlı başına bir imgedir. Kanaatimce “hayatı anlatan” bu kelime, her gönülde farklı bir anlam kazanabilir. Kimimiz için “hayat” kimimiz için başka bir şey olabilir. Şiirde “kızıl havaları seyret ki akşam olmakta” söyleminin iki defa tekrarı, şiirin “akşam” –ki bu da başlı başına bir imgedir” üzerine kurulduğunu gösterir. “Akşam” bir anlamda bize ölümü hatırlatır. Şiir içinde gizli olan hüzün, her geçen saniye ölüme yaklaşmaktan dolayıdır. Haşim toplam da on mısra olan şiirinde bize öyle bir tablo çizmiştir ki, bu resim içinde, eksik bir yön bulamazsınız. Şiirin “ağır ağır” diye başlaması ve “kızıl havaları seyret ki akşam olmakta” diye bitişi aslında çok anlamlıdır. Güneş nasıl “ağır ağır “batarsa insanda hayattı “gün gün” yaşar ve zaman geçtikten sonra her şey bir anda olmuş gibi gelir bize. İnsan, bakmakla görmek arasındaki farkı çözerse her şey gözüne bir farklı görünür. Şiirin sonundaki, o “lisan-ı hafi”, gizli dil aslında, tabiatın, kuşların, yaprakların ve bu dünyaya ait her şeyin bize söylediği şey, geçen her saniye akşama/ölüme, mutlak sona yaklaştığımız gerçeğidir. Haşim bunu bütün ruhuyla hissetmiştir. İşte o yüzden bu gizli lisan ruha dolmaktadır ve ne yaparsak yapalım akşam olmaktadır. Mehmet Nuri PARMAKSIZ’dan aynen aktardım.) II Merdiven Şiiri HÂŞİM’İN SANATI VE “MERDİVEN” ŞİİRİ ÜZERİNE  BİR TAHLİL DENEMESİ İlyas YAZAR          MERDİVEN Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak… Sular sarardı… Yüzün perde perde solmakta Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta… Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer? Bu bir lisân-ı hafîdir ki rûha dolmakta Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta… AHMET HÂŞİM Tanzimat sonrasında Tük şiirinin önde gelen şairlerinden biri olan Ahmet Hâşim’in hayatı, şahsiyeti ve sanat anlayışına kısacık da olsa değinmeden “Merdiven” şiirini tahlil etmenin uygun bir davranış olmayacağı kanaatindeyiz. Şiirin anlaşılması geniş ölçüde şairin hayatıyla bağlantılı olduğu için konuya Haşim’in hayatı ve şiir dünyasıyla başlamak istiyorum. Ahmet Hâşim 1884 yılında Bağdat’ta dünyaya gelir. Mutasarrıf Arif Bey’in oğlu olan Hâşim’in anne tarafından da ilmiye sınıfıyla yakınlığı olduğunu görüyoruz. Babasının mesleği gereği kısa süreli varyantlarla değişik bölgelerde bulunan şairin, eğitimi ve yetiştirilmesi konularında meydana gelen aksamalar zamanla ciddi sıkıntılar oluşturmuştur. On iki yaşlarında İstanbul’a gelen Hâşim, eğitimindeki kopuklukların neticesi olarak Türkçeyi güçlükle konuşabilmektedir. Bu durum, kendine uygun ortam ve çevre edinme konusunda şair için olumsuz bir yaklaşımdır. Bunun bilincinde olan Hâşim, bu yıllarda edindiği çevre ve arkadaş gruplarıyla Galatasaray Lisesi öğrencilik yıllarını iyi değerlendirir. Özellikle taşradan gelmiş olmanın verdiği sıkıntılı atmosferden uzaklaşarak şiire başlayışı ve sanatçı dostlar edinişi, lisedeki öğrencilik yıllarına tekabül eder.   Hâşim liseyi bitirdikten sonra bir yandan hukuk tahsiline, diğer yandan da reji idaresi memurluğuna başlar.[Reji İdaresi: Osmanlı İmparatorluğu’nun dış borçlarına karşılık olarak, İmparatorluk’ta tütün ekimini ve tütün işlenmesini düzenlemek üzere Fransızların kurmuş oldukları tekel idaresi.] İzmir Sultanisi Fransızca Öğretmenliği teklifini kabul ederek hayatına yeni bir yön veren şair, Duyûn-ı Umumiye [Düyun-u Umumiye-i Osmaniye Varidat-ı Muhassasa İdaresi), 1881-1939 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu'nun dış borçlarını denetleyen kurumdur. II. Abdülhamit döneminde kurulmuştur. Sözcük, "Genel Borçlar" anlamına gelir.] memurluğu, Harp Akademisi ve Mülkiye Mektebi’nde öğretmenlik görevlerinde de bulunur. Sanatının en verimli çağında yakalandığı amansız bir hastalık, 4 Haziran 1933’te O’nu bizlerden ayırmıştı. Hâşim’in ölümü üzerine O’nu yakından tanıyanlardan Abdülhak Şinasi HİSAR, sevmeye ve sevilmeye doyamamış olan şairin, ölümden korktuğunu ifade ederek şunları söylemektedir: “Ahmet Hâşim, şiiri her şeyin fevkinde düşünürdü. Şiir, onca hayatın ve dünyanın icmalini yapan bir tat, bir iksirdi. Şiiri ondan çok seven bir adam görmedim.” Hâşim’in yaşam felsefesini şiirlerinden yola çıkarak algılamak mümkündü. O, son derece gururlu, zor beğenen, eleştiriye kapalı, acınmaktan nefret eden bir mizaca sahipti. Bu özellikleri ve içe kapanıklığı onu çevresine ve hayata kuşku ile bakan bir şahsiyet haline getirmişti. Sanatçının sanat hayatında ve şahsi yaşamında bu septik yaklaşımı ve bedbin yaşam felsefesini görüyoruz. Bu bakımdan Hâşim’in şiirleriyle iç dünyası ve ruhsal yapısı arasında ciddi paralellikler olduğunu söyleyebiliriz. Zaman ve hadiselerin haşin, hırçın ve uyumsuz bir insan yaptığı Hâşim, bu durum karşısında kendisine yaşamak için “hayâlî” bir âlem kurar. Hayal kavramı aynı zamanda sanatçının söyleminin ve ferdi psikolojisinin de anahtarını oluşturmaktadır. Şairlerin sanat eserlerinde ekseriyetle ferdi hislerinin terennümü içinde olduklarını görüyoruz. Bu terennümde, şiiri oluşturan şekil ve ahenk unsurlarından geniş ölçüde yaralanmış olmaları sanat eserinin değerini arttırmaktadır. Sanatçı kullandığı kelimeleri özenle seçer ve bunlarla şiirini bir kanaviçe gibi işler. Sanat eserinin sırlarını ancak kendisine hususi sualler soranlara açacağını ifade eden M. Kaplan, tahlil çalışmalarının ehemmiyetini dile getirmektedir. İşte, biz de Hâşim’in “Merdiven” şiirinin kendine has dünyasına bu zaviyeden bakmanın yararlı olacağını düşünüyoruz. Şair öncelikle diğer şiirlerinde olduğu gibi Merdiven şiirinde de akşamı ve güneşin batışını konu olarak seçmektedir. Şiirin genelinde tasvir edilen tabloda kızıl renk ve onun diğer tonlarının ağır bastığını görüyoruz. Hâşim, sanatçı yönü itibarı ile hep sarı, kırmızı ve kara renklerini kullanan bir kişiliğe sahipti. Kırmızıyı kızıl, kan, gül ve alev gibi kelimelerle ifade etmektedir. Şair eserlerinde akşamın alev ve kan kızıllığı ile kendi evrenini süslemektedir. Dış dünyaya ait olan sular, ağaçlar, kuşlar kısaca bütün tabiat akşam vakti bambaşka bir görünümdedir. Şiirde bu anın şairin hayalinde uyandırdığı izlenimlerle yeniden biçimlendiği görülmektedir. Hayattan umduğunu bulamayan insan arkasında bir yığın üzücü hatıra bırakarak ömrünün sonuna doğru yaklaşır. Akşamın ve güneşin batışının verdiği hüzün onu çaresizlik içinde yaşlı gözlerle semaya baktırır. Aynı düşünce yoğunluğunun Yahya Kemal’in “Sessiz Gemi” şiirinde; “Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli” dizelerinde de tema ve söyleyiş yönüyle pek farklı olmadığını söylemek mümkündür. Batan güneşin kızıllığında sular sararmış, yüzler solmuştur. Güneşin ışıkları gibi yaşama gücü ve güzel umutlar, yavaş yavaş yok olmaktadır. Şiirin ilk bölümünde insan hayatı olan ömür bir merdivenle biçimlendirilmektedir. Ağır ağır çıkılan merdivenler, insan olarak hayatımızın geride kalan yıllarının ifadesidir. İnsanın çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık devreleri göz önüne alındığında şiirin son devreyi yansıttığını görüyoruz. Çünkü geride bırakılan her dakika, insanı ölüm gerçeği ile yüz yüze getirmektedir. Şair bu keyfiyeti bizlere sanatçı kimliğini konuşturarak tabiattan aldığı ağaç, ağlamak ve sararmış yaprak gibi kavramlarla çağrışım yaptırmaktadır. İnsanın, hayatının son dönemlerindeki fiziki görünümündeki değişimler şairin ifadesinde, yüzlerin perde perde solması şeklinde belirtilmektedir. Bu umutsuzluğun, sıkıntının ve bıkkınlığın duyurulmaya çalışıldığı şiirde zaman güneşin gurûba meylettiği akşam vaktidir. Umutsuzluk, bıkkınlık ve hüzün “bir lisân-ı hafî” gibi insan ruhunu doldurmakta ve onu karamsarlığa sürüklemektedir. Şaire göre bunu anlamak ve anlatmaksa oldukça güç bir durumdur. Hâşim, şiirlerinin çoğunda olduğu gibi burada da akşamın ve batan güneşin etkisindedir. O’nun, realitenin silindiği bu anlara sığınması, gerçek hayatta bulamadığı yakınlığı, hayal dünyasında oluşturduğu itibari âlemden beklediği içindir. Nazan Güntürkün [Haşim incelemesine ait kitabı var.] bu sığınmanın gerçekte avuntudan öte bir şey olmadığını ifade eder. Hâşim’in sevmediği kendi varlığının dışına çıkma isteği “Merdiven” şiirinde de âşikârdır: “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden” Bu çıkış, bu yükseliş onu bulunduğu yerden kurtaracaktır. Yine “Yollar” ve “O Belde” şiirlerinde de bu duyguyu hissetmekteyiz. Hâşim, sonuçta kendi yarattığı âleme erişememiştir. Bu istek “Yollar” şiirinde de, gecenin inen zalim karanlıklarıyla yarıda kalır. Biz bu ulaşamayışın üzüntüsünü işte “Merdiven” şiirinin üçüncü mısraında görmekteyiz: “Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak” Hâşim’in ölünceye kadar madde ile ruh arasında kararsız gezintiler yapan büyük bir çocuk olarak kaldığı görüşünün onun eserlerinden hareketle yola çıkıldığında isabetli bir karar olduğu kanaatindeyiz. Şiirin ikinci kısmında mermer bir havuz, akşam güneşinin de tesiri ile tunç rengini almıştır. Bu havuzun içindeki sular ve bütün tabiat yanar haldedir. Tabiat da umutsuz, bıkkın insan gibi batan güneşle beraber gecenin, karanlığın hüznünü yaşamaya hazırlanmaktadır. Şair burada müzikle resmi birleştirmektedir. Şiirdeki ahenk kulağımıza hoş gelirken, kelimelerle de gözümüzün önünde bir tablo çizilmiştir. Hâşim, şiirde mûsikî ve resme önem veren bir sanatçıdır. Şiirde mânâdan ziyade kelimelerin söyleyiş özelliğine yönelir. Çünkü O, sözün mananın zarfı olduğu ve şiirin sözden ziyade mûsikîye yakın olduğu görüşündedir. “Merdiven” şiirinde duyguların açıkça belirtilmediğini, bir takım sembollerle Hâşim’in gizli bir duyguyu ifadeye çalıştığını gözlemliyoruz. Bu yaklaşım, O’nun sembolik sanatın türlü yorumlara yol açan niteliğine bağlı kaldığı görüşünü de doğrular mahiyettedir. “Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer? Bu bir lisân-ı hafîdir ki ruha dolmakta Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta…” Akşamın böylesi ancak bazı ruhlara dolan gizli bir söyleniş ve gizli bir anlaşmadır. Zira Hâşim’e göre mânâ, âhengin telkinâtından başka bir şey olarak da görülmemektedir. Dönemine göre sade bir dil ve akıcı bir üslûpla yazılan şiirde, anlam yoğunluk kazanmıştır. Şair akıcılığı bozmadan edebi sanatlardan da istifade etmiştir. “Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?” dizelerinde akşam güneşinin ışıklarının suya yansımasıyla suyun yanıyor gibi görünmesi, beyaz mermerin aynı sebeple koyu kızıl bir renk alması, güneşin durumu itibariyle doğal bir olaydır. Ancak şair bilinen tüden bu olayları bilmezlikten gelerek “tecâhül-i ârif” sanatı yapmıştır. Yine; “Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller” dizesinde anlamı güçlendirmek için gülün akşam güneşiyle aldığı renk kan rengine benzetilmiştir. Ayrıca, gülün daldaki duruşu ve renginin de kanayan yaraya benzetilmesi şiirdeki âhengin sağlanmasında gösterilen hünerin şiir diline yansımasıdır. Cemil Meriç, şiirle mûsikînin bir elmanın iki yarısı olduğu görüşünden hareketle mûsikînin saf, şiirin karışık, mânânın âhenkle izdivacı olduğunu ifade eder.14 Realist bir gözle bakıldığında “Merdiven” şiirinde de şiirle mûsikînin içiçe olduğu görülü. Şiir aruzun (Me fâ i lün / fe i lâ tün / me fâ i lün / fa’lün) kalıbıyla yazılmıştır. Şiirde baştan sona “r” sesinin hakimiyeti ve tekrarı mûsikînin oluşmasında etkili olmuştur: Ağır ağır, bir, merdivenlerden, eteklerinde, rengi, yaprak, ağlayarak, perde perde, ruha, seyret, arza, kanar, güller, mermer, …vs. Şiirde kafiyeler sağlam ve eksiksizdir. Rediflerse canlı ve eylemlerin devamlılığını hissettirmektedir: Olmakta, dolmakta, solmakta,…vs. örnekler bizi doğrular yapıdadır. “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden” dizesi basit bir emir cümlesi gibi görünse de hakikatte âhenk ve çağrışım yüklüdü. Buradan hareketle şairin şiir dilini yakaladığı kanaatindeyiz. Şiiri okudukça, bize “yeter artık” dedirtmeyen duyguyu şiirin kendi lisanında buluyoruz. Şiire genel çerçevesi içerisinde bakıldığında ilk dikkati çeken hususlardan birisi canlı bir tabiat tasviridir. Hâşim’inkelimelerle çizdiği bu hârikulâde manzara O’nun bir ressam kadar ince ruhlu oluşunu gösterir. A. Hamdi Tanpınar,Hâşim’in bu yönüyle ilgili kanaatini, “…belki acemi ve biraz kekeleyen bir lisanla da olsa hilkat onu bir nev’i ressam yaratmıştı,” şeklinde ifade etmektedir. Şairin bulunduğu ortam, dış mekan, batan güneşle birlikte karanlık bir geceye hazırlanıyor. Bu hazırlanmada karamsarlık, tedirginlik, üzüntü ve korkunun, hayatının son demlerine gelmiş, hazanlarını yaşayan insanların hâlet-i ruhiyelerindeki manevi baskısını ve vicdani sorumluluğunu hissetmekteyiz. “Merdiven” de, ancak muhteva ve şairinin duygu dünyası ile izah edilebilir. Hâşim, seçtiği kelimeler ve bu kelimelerin yan yana gelişinden doğan âhenkle, kullandığı renklerle ve çizdiği tablolarla kendi dünyasında oluşturduğu îtibâri âlemin kapılarını bizler için aralamaktadır. Bize de samimiyetle o kapıdan içeri adım atarak Hâşim’in iç dünyasına kısa süeli de olsa konuk olmak düşüyor. (kutadgubilig.wordpress.com)   Çok çok şiir ezberlememizden yanaydı Mahir Bey. Ezberimdeki birçok şiir onun zamanından kalmadır. Tayyar Bey’in “hayata dair verdiği bir dersini hiç unutmuyorum: Lise 2. sınıftaydık yanılmıyorsam. (6 yıllık ortaokul-liseyi 11 yılda bitirince, karıştırıyorum yılları.) Üst üste iki ders edebiyattı. Birinci dersin sonunda söyledi 2. Derste yazılı sınav yapacağını. (1967-68. Sınav kelimesini kullanır mıydık, emin değilim. “Yazılı” demiştir, o kadar.) Teneffüste bir koşuşturmadır gitti: Kitaplar, defterler yazılıda kopya çekilebilecek en iyi (kendimizce)  şekilde “zula” edildi. Nasıl kopya çekileceği prova edildi. Tayyar Bey ikinci derse girip kompozisyon konusunu verdi, arkasından “kitap, defter, sözlük kullanmak serbest; birbirinizden alışveriş yok!” dedi. Şaşırdık ama sevindik de. Kitaplar, defterler zulalarından çıkarıldı, masanın üstüne kondu. Harıl harıl yazıyorduk… Bir dahaki derste bu sınav şeklinin sebebini şöyle açıklamıştı Tayyar Bey: “Hayatta her şey elinizin altında olacak. Onları kullanmasını, onlardan faydalanmasını bilmeniz lazım. Sözlüklerden yararlanmak dahi alfabedeki harf sırasını bilmenizle alakalı…” Tayyar Bey’in Nurullah Ataç’tan sitayişle bahsettiğini hatırlıyorum bir de… Nurullah Ataç’ın Öz Türkçe sevdalısı olduğunu, “hep güzel sözler sarf ettiğinden” bahsederdi. Eser (oğlum) çantasından yeni aldığı 5 kitabı çıkarınca Nurullah Ataç bana yukarıdaki anılar (Ataç’tan bahsederken ‘hatıralar’ diyemezdim elbette.) geldi usuma (‘aklıma’ dememek için). Nurullah Ataç kimdir, bir bakalım önce:   NURULLAH ATAÇ  Türk yazar (1898-1957), Türk edebiyatında modern anlamda deneme türünde ürün veren ilk yazar ve eleştirmendir. Dergâh dergisinde yayımlanan şiir ve yazılarıyla edebiyat dünyasına giren Ataç, çeviri, deneme ve eleştirileriyle Cumhuriyet dönemine damgasını vurmuştur. Yeni bir kültür ve dil arayışı içinde, kendi türettiği sözcükleri, devrik tümceleri ve kendine özgü biçemiyle dili bir uygarlık sorunu olarak ele almış; Batılılaşma, Divan şiiri, yeni şiir, eleştiri gibi çeşitli konularda, kişisel yönü ağır basan yazılarındaki kuşkucu ve cesur tavrıyla pek çok genç yazarı da etkilemiştir... (Vikipedi) (Vikipedi’den alıntıdır)   Nurullah Ataç (d. 21 Ağustos 1898/İstanbul - ö. 17 Mayıs 1957/58 yaşında, İstanbul), Türk eleştirmen, denemeci, yazar, şair. Eleştiri ve deneme alanı dışında hemen hemen eser vermeyen sayılı yazar ve şairlerden biridir. HAYATI Nurullah Ataç, 21 Ağustos 1898'de Hammer'in Osmanlı Tarihi isimli kitabı Türkçeye çeviren Mehmet Ata Bey'in oğlu olarak İstanbul’da doğdu. Nurullah Ataç'ın babası Mehmet Ata başarılı bir bürokrat idi. İlkokuldan sonra Galatasaray Lisesi'nde 4 yıl okudu. Daha sonra eğitimini İsviçre’de sürdürdü. Babasının ölümünün ardından 1919'da İstanbul'a döndü. 1922 yılına kadar İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ni sürdürdü tamamlayamadı. Fransızca öğretmenliği ve tercümanlık yaptı. 1945'ten sonra Cumhurbaşkanlığı çevirmeni olarak görev yaptı. 1926 yılında Leman Ataç ile evlendi. Bu evlilikten 1926'da, daha sonra babasının yaşamından kesitler anlattığı kitabı "Babam Nurullah Ataç"ı yazacak olan Meral Ataç Tolluoğlu doğar. TDK yayın kolu başkanı oldu. İlk şiirleri Dergâh'ta yayımlandı. Fransız, Latin ve Rus klasiklerinden çeviriler yaptı. Gazete ve dergilerde eleştiri ve deneme türünde yazılar yazdı. Eleştiri yazılarıyla Türk edebiyatında izlenimci eleştirinin ilk örneklerini verdi. Akşam'da tiyatro eleştirmenliği, Hâkimiyeti Milliye, Ulus, Milliyet, Tan, Posta, Cumhuriyet, Son Havadis, Dünya gazetelerinde eleştiri yazıları çıktı. Denemeleri Türk Dili, Varlık, Yedi gün, Ülkü, Seçilmiş Hikâyeler dergilerindedir.   Ataç yazı yaşamına tiyatro eleştirisi ile başlamıştır. İlk yazısı 1921’de Dergâh’ta yayımlanan “Türk Tiyatrosunda İlk Göz Ağrısı” adlı tiyatro eleştirisidir. Ataç, tiyatro eleştirisi ile ilgili yazılarını Dergâh ve Akşam dışında Hâkimiyet-i Milliye, Milliyet, Son Posta, Haber-Akşam Postası, Ulus, Son Havadis gazetelerinde ve Hayat, Darülbedayi (Türk Tiyatrosu), Yeni Adam, Ülkü dergilerinde yayımlamıştır. Bu gazete ve dergilerde 1921-1957 yılları arasında tiyatro hakkında yaklaşık 125 yazısı bulunmaktadır ve bu yazıları kitaplarına girmemiştir. Ataç, tiyatro eserleri için yazdığı eleştirilerle Türk tiyatrosu için bir yol gösterici olmuştur. Batılı tiyatroyu yakından tanıyan Ataç, Türk tiyatrosunun ve seyircisinin Batı’nın seçkin oyunlarını oynayacak ve izleyecek düzeye gelmesi için çok çaba harcamıştır. Ataç tiyatro hakkında yazmış olduğu eleştirilerle yalnızca tiyatro sanatı ile ilgili teorik görüşlerini ve Türk tiyatrosunun tarihî gelişimini gözler önüne sermekle kalmamış, aynı zamanda bu sanatın Türkiye'de gelişimine de katkıda bulunmuştur. EDEBÎ BİÇİMİ Dilde yalınlaşma ve tasfiyecilik devriminin savunucularındandır. Türkçe’deki yabancı kelimerileri kullanmamış, dille düşünce arasında dolaysız bir ilişki olduğunu, somut düşünme geleneğinin doğabilmesi için kavramların saydam, hangi kökten geldiklerinin anlaşılır olması gerektiğini vurgulamıştır. Bu yol da, Ataç'a göre, Latince, Grekçe, Farsça, İngilizce, Arapça gibi yabancı dillerin eğitimini zorunlu kılmak başarılamayacağına göre, bunlardan alınan kelimelerin Türkçeleştirilmesinden geçer: “Uydurma dil dediler mi, bir şey söylediklerini sanıyorlar. Söyleyim ben size; Bu uydurma sözünü, Türkçecilik akımına karşı bir silah diye kullanmaya kalkanlardan ne dediğini bilen, şöyle gerçekten düşünerek konuşan bir tek kişi tanımıyorum. Evet, uyduracağız, bizim yaptığımız, uydurduğumuz kelimeler de yavaş yavaş halka işleyecek, eski Arapça, Farsça kelimelerin işlediği gibi. Onların yerini tutaak.” Bazı yazılarında arı Türkçe kullandığı için anlaşılmaz olarak eleştirilmiştir. Onu eleştirenler arasında Atilla İlhan, Halit Fahri Ozansoy gibi isimler vardır.Divan Edebiyatı geleneğini iyi bildiği anlaşılır, şahsî olarak zevk aldığını da belirtir, fakat zamanını doldurmuş bir edebiyat olduğu görüşündedir. Yazı diliyle konuşma dili arasındaki uçurumu kapatma çabasının bir parçası olarak özgün Türkçeyi ve devrik cümleyi kullanmasıyla döneminin yazarlarını da, daha sonraki kuşakları da etkilemiştir. “Oysaki ben, öz Türkçe için nice kazançları teptim, rahatımı kaçırdım, üzdüm kendimi, adımı deliye çıkarttım. Hepsi de ne dediklerini bilmez, kafalarına düşüncenin gölgesi bile girmemiş birer alıktır bana deli diyenler. Öz Türkçeye özenişim de duygularımın etkisiyle değildir. Latince, Yunanca öğretilmeyen bir ülkede tek doğru yolun, tek usul (akla uygun) yolun öz dile gitmek olduğunu düşüncemle anladım da onun için o yolu buldum.” ÖLÜMÜ 1955 yılında gut ve şeker hastalığı ortaya çıktı. Eşinin 1955 yılında ölümünün ardından karaciğer ve böbrek rahatsızlıkları başladı. 17 Mayıs 1957 yılında İstanbul Numune Hastanesi'nde öldü. Ölümünden sonra birçok yazın ve sanat dergisinde kendisi için özel sayı çıkartılmıştır ve hakkında 2 kitap hazırlanmıştır. Bunlardan ilki 1959'da Tahir Alangu'nun hazırladığı Ataç'a Saygı isimli, O'nun için yazılmış yazıların derlendiği bir kitaptır. İkincisi ise, Türk Dil Kurumu’nun 1962'de Ankara'da çıkardığı Ataç isimli kitaptır. ESERLERİ Tüm kitapları Can Yayınları'ndan ve Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkmıştır. Varlık Yayınları'ndaki ilk baskılar:
  • Karalama Defteri-Sözden Söze (1952)
  • Ararken-Diyelim (1954)
  • Söz Arasında (1957)
  • Okuruma Mektuplar (1958)
  • Günce (1960)
  • Prospero ile Caliban (1961)
  • Söyleşiler (1962)
  • Günce 1-2 (1972)
  • Dergilerde (1980)
  • Günlerin Getirdiği (1946)
  • Sevgi Üzerine Sözler
(Vikipedi)   NURULLAH ATAÇ HAKKINDA YAZILANLAR Yazarı çeşitli yönlerden inceleyen, dil üzerine söyleşilerini derleyen, ayrıca bibliyografyası veren bir monograf, Ataç (1962), TDK tarafından yayımlandı, gene Türk Dil Kurumu, 1963’ te Ataç’ ın Sözcükleri, 1964’ te yazarın söyleşilerini toplayan Söyleşiler, 1980’ de dergilerde adlarında daha üç kitap çıkardı. Metin And’ ın Ataç Tiyatro’ da (1963) adlı eseri, yazarı tiyatro eleştirmenliği yönünden inceler. Bu konuda diğer iki eser, Asım Bezirci’ nin yazarın eleştiri anlayışını inceleyen, eleştiri üzerine yazılarını derleyen (1968) kitabıyla, Mehmet Salihlioğlu’ nun Ataç’ la Gelen (1968) adlı incelemesidir. Yazarın kızı Meral Tolluoğlu babasıyla ilgili anılarını Babam (1980) adlı kitapta topladı.’ ın ölümünden sonra kızı, babasının yazılarının geliriyle karşılanmak; her yıl Mayıs ayı içinde, bir önceki yılın en iyi eleştiri ve deneme yazılarına verilmek üzere, 500 lira tutarında, bir Ataç Armağanı kurdu (1958). Bu armağan, 1959’ da Mehmet Fuat’a, 1960’ da Sabahattin Eyüboğlu’ na verildi, ondan sonra kaldırıldı. MEHMET ÜNAL TAŞPINAR

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Mehmet Ünal Taşpınar Arşivi