Halil Şahin

Halil Şahin

TÜRK-KÜRT-ALEVİ AYRILIĞI NEDEN?

Batılı toplumların, ‘Kürt’ kimliği ile ne zamandan bu yana uğraşmaya başladığı konusunu merak ediyorsunuzdur. O halde gelin, birlikte bir tarih turu yapalım. İncil’in Tevrat’ta da sözü edilen; “İlk Ahit-Babil’in Yıkılışı” adlı 12. bölümünde sözü edilen “Şinar-Güneş” diyarının, insanların yeryüzünde Tanrı tarafından dolaştırıldıkları zamanlarda yerleştikleri ve göğe çıkan bir kule yaptıkları yer olarak bilinir. Bu yerin de Mezopotamya (Dicle-Fırat arası) olduğunun bilinmesi ve bu bölgede bir takım sırların olduğundan hareketle, 1842’de Fransız arkeolog Emmanuel Botta’nın Sultan II. Mahmut’tan aldığı kazı izni ile başlatılan kazılar, daha sonra İngiliz Henry Layard (1817-1894)’ın katılımı ile sürdürülmüştür. Toprağı kazdıkça Akad, Babil ve sonunda Sümer Medeniyetlerine ait tabletler elde edilip, tercümesi yapılmaya başlanınca; tablet dilleri ile Kürtlerin dilleri arasındaki uyuma dikkat çekilerek, “bölgenin eski bir yerli halkı” olduğu düşünülmeye başlanmıştır. Kürtlerin dilleriyle Sümer tabletlerinde kullanılan dil arasındaki akrabalık düşünülse de bu bir aldanma ile başlayıp, aldatmacaya dönüşen bir olay olarak ortada kalmıştır. Çünkü bu gün Türk Dili içinde de 500 kelimenin ‘Sümerce’ olduğu saptanmıştır. Kürtlerin anayurdu ve Kürt deyiminin gerçek anlamı üstünde görüş birliği ve kesin bilgi yoktur. Lord Gürzon’un genel Kurmayınca yayınlanan bir eserinde ve Şükrü Mehmet’in (La Question Kurde) kitabında da Kürtlerin Turanî olduğu yazılır. Ancak Kürtlerin vaktiyle İran yaylasında, olasılıkla Zağros Dağlarının kuzeyinde yaşayan, oradan daha batıya ve bu arada Doğu Anadolu yaylalarına göçen, aslında Ari bir kavim olduğu hakkında görüş birliği daha kuvvetlidir. Fakat bu göç tarihi kesin belli değildir. Kürtlerin tek tarihçisi olan Bitlis Hâkimi Şeref Han, bu göçü İran kaynaklarına bağlayarak İran Hükümdarı “Dahhak-ı Zalim” zamanına rastlatır. Ama tarihçilere göre Dahhak’ın varlığı bile karanlık ve şüphelidir. Berlin Şark Akademisi’nce yayımlanan ve 1918’de İstanbul’da “Aşiretler ve Muhacirler Umum Müdürlüğü “tarafından dilimize çevrilen Dr.Friç’in yapıtında da; Kürtlerin birbirleriyle sınır birliği olan Türkiye, Irak, İran da toplandığı. Buralara Asurlular zamanında yayılmış olduğunun tahmin edildiği yazılıyor. Fakat o zamanki adları belli değildir. Çünkü Kürt adı daha ziyade 8- 9.yy.larda ve Abbasiler devrinde yayılmıştır. Bu kelimenin hangi anlama geldiği pek bilinmez. Asurlar zamanında yüksek yaylada Urartu-Lahordu adında, fakat Turanî asıllı bir hükümdarın varlığı bilinir. Ama bu bölgede bu günkü Kürtler olduğunun tam belirtisi yoktur. Eski Ksenefon (M.Ö.359 veya 401 ) Anabasis, “10.000’lerinricatı” isimli yapıtında Mezopotamya (Irak)kuzeyi ile yüksek yayladaki Ermenistan arasında kalan ve bu gün Kürtlerin yoğunluk alanını teşkil eden yerlerden geçerlerken, bu dağlık bölgede Karduklarla olan savaşlarından bahseder. ‘Karduk’ sözcüğünü ‘gordio’ şeklinde çeviren ve bundan ‘Kürt’ kelimesini üreten yazarlar vardır. Gorduene, Cordyene, Cardyene, Carduene, Gordyene, Gordyaea, Korduene, Korchayk, Gordian olarak da bilinen Corduene; bu günün kuzeydoğu Türkiye’sinde, kuzey Mezopotamya’da konuşlanmış eski bir bölgedir. Yukarıda geçen ve Kürt Ülkesi-Kürdistan anlamına gelen bu kelimeler, İngilizce de Hint-Avrupa Dil Grubu adı ile bildiğimiz dil gruplarından biridir. Bu da kökeni Hint, Fars (İran), Kafkas dillerinden oluşan diller anlamına gelir. Corduene’ deki ‘C’ harfi Türkçedeki ‘K’ sesine karşılık gelir. ‘O’ harfi “OU” harflerinin birlikte çıkarılması ile söylenir ve daha çok ‘u’ sesi verir. ‘E’ harfi; İngiliz dilinde “Eİ” sesinin birlikte çıkarılması ile elde edilirse de Türkçede ‘İ’ harfine karşılık gelir. ‘D’ harfi de günümüzde bile çok yerde ‘T’ yerine bazen her iki harf de diğerinin yerine söyleyenin şivesine göre değişmektedir. ‘U’ harfi de kural olarak “Yu” olarak okunsa da kelime içinde kendisinden sonra gelen sessiz harfin gerçek sesinde okunması için konulur ve böyle durumda okunmaz. Şimdi harfleri Türkçedeki seslerine göre dizdiğimizde aldığımız sonucu görelim; C(K)o(u)rdue(i)ne(i) = “K-u-rd-t--i-n-i” yani ‘Kurdini’ olur ve ‘Kurd-ini’ şeklinde böldüğümüzde de “Kurd İni” olduğunu görürüz. Onu ise günümüz Türkçesi ile “Kurt İni” olarak telaffuz edebilirsiniz. Diğer (9) dokuz ad da değişik dil ve lehçelerde öz Türkçe olan bu sözcüğün telaffuz farklarından başka bir şey değildir. Bu, “Kurt İni” veya ‘Kurdini’; tarif edildiği gibi mağaraları ile ünlü Hakkari ve civarıdır. O mağaralar ki; bir ucu Türkiye’de diğer ucu Suriye, Irak ve İran’a ulaşan esrarlı mağaralar olup, asırların eşkıya yatağıdır. Kürtler kendi aralarında büyük farklılıklar gösteren kollara bölünmüşlerdir. Bu bölüntüler arasında dil birliği yoktur. Kürtçedeki Sümerce sözcüklere bakarak, bu halkın Sümer halkının devamı olduğu zannıyla aldanmışlardır. Dr.Friç’in “Kürtler” adlı yapıtında, Prof.Veber’den nakledilen şu tümce çok ilgi çekicidir: “Kürt dili bir dil karışımı değildir. Belki bir kelime karışımıdır. Şekli kaybolmuş, oluşumunda da bir etimolojik birlik sağlayamamış, daha çok Farsça kurallarına yatkın bir dil karışımıdır. Kürtçede fiiller daha çok isim sayılabilir. Hatta bu dil karışıklığının aslı hangi dil ise onunla bağlar da kaybolmuştur. Örneğin; ‘Kürt’,’Pehlevi’, ‘Zend’ gibi Kürt kabileleri arasında ortak olan kelimeler, eski Farsça gibi Kürtlerin öz vatanı sayılan İran Yaylası’na veya yukarı Asur Ovalarına ait kelimeler olmayıp; Türk, Arap, Yeni Fars gibi Kürtlerin daha çok yerleştikleri bölgelerden veya karıştıkları milletlerden derlenmiş yabancı sözcüklerdir.” Kürtçedeki Arapça kelimelerin önemli bir kısmı, Osmanlı egemenliğinde Osmanlı şivesinden alındıkları bilinmelidir. Bütün dinler geldikleri, peygamberlerin içinden çıktıkları kavimlere aittir. Tevrat’ı incelediğinize; Tanrı Elohe (İlohi okunur)’nın; kendisine inançsızlık ettikleri için, diğer kavimleri kendisine düşman ilan ettiğini okursunuz. Ur’lu İbrahim’i seçerek, ondan bir kavim yaratacağını ve bu kavimle diğer milletleri cezalandıracağını, karşılığında da Akdeniz-Fırat nehri arasındaki toprakları ödül olarak onlara vereceğini söyler. İbrahim’den 2000 yıl sonra, Yahudilikten ve çevrelerinden dışlanan Yahudi rahiplerin, eski Mısır Osiris(Usiris = İsa) Dininden kopya ettikleri, temeli Tevrat’a dayanan ‘İsa’ adlı bir “İnsan-Tanrı” üretirler. Tevrat’ın söz ettiği tanrı da zaten insan tanrıdır. Danyal peygamber bölümünde; İran İmparatorunun, kendisini 20 gün alıkoyduğunu, melek Mihail tarafından kurtarıldığını anlatır. Bu insan tanrının “Tevrat Şeriatını kaldırdığını, tüm insanlara sevgi getirdiğini” söyleyerek, aralarında yaşadıkları diğer kavimler arasında saygınlık kazanma çabasına girmişlerdir. Bu insan Tanrının öğretisini yaydıklarını iddia eden bir takım havari olduğunu söyleyen insanlar; Bizans içinde, kilise adını verdikleri tapınaklar kurmaya başlarlar. Bizans bunları “şeytani-batıl” ilan eder ve II.Teosidiyus zamanına dek soykırıma uğratır. İ.S.III. yüzyılda Ermeniler bu dine girerler. İran, Suriye, Irak ve İran’da da bu dine katılımlar başlayınca; İran’ın Mecusi inancına sahip Roma-Bizans halkını İran ile savaşa ikna edemeyen Bizans’ın Yunanlı Bizans rahipleri, bu inancı, “Mecusiliğin etkisinden Bizans’ı kurtarabilecek bir çözüm” olduğunu kavrarlar. İ.S.325’de İznik’te toplanan rahipler konsülünde seçilen dört İncil (Evangel-Müjde) kabul edilir. Diğerleri yakılır. Ermeniler katılmadıkları bu konsülün seçtiği kitapları batıl sayıp kabul etmezler. Bu kararları yüzünden İ.S.11.yüzyıla kadar soykırıma uğrayacaklardır. Aslında kabul etselerdi de kıyılacaklardı. Çünkü Yunan değillerdi. Bu din; temelinde Mısır-Yahudi-Yunan kavimlerini esas almaktaydı. İsa’nın ölümüne sebep oldukları için de Yahudileri de düşman ilan etmişlerdi. Böylece ‘Hristo’ adını verdikleri insan tanrıdan gelen adla, bu Yunan dini ‘Hıristiyanlık’ olarak bilinmeye başlandı. Bunun ilk kanıtı da; bu dinin adının ve İncil’in Yunanca olmasıdır. Bu yüzden, gelecekte bilim ve tıp dili de Yunanca olmuştur. Yani, “her milleti kucakladığı” iddia edilerek diğer kavimler ‘milliyetçiliklerinden’ bu inanç kültürü sayesinde uzaklaştırılıp, Yunan kültürü içinde asimile edilir oldu. 610’da Mekke’li Muhammed de İslam adlı yeni dininde Tevrat’ı esas alıyor, İlk Ahit kitabına Mekke’li Yezidilerin inancından girmiş olan İbrahim’in oğlu Hz.İsmail’in soyu olduğunu iddia eden Hicaz Araplarını bu dinle yüceltiyordu. İbrahim Suresi 4’de “Her kavime kendi dilinden peygamber gönderildiği, Casiye 28.ayette, kıyamette her kavimin kendi peygamberinin bayrağı altında toplanacağı” yazılmasına rağmen; Tevbe Suresi 4.5.6. ayetlerinde Hicaz Arap’ı olmayan Bedevileri de korkutarak, hatta aşağılayarak bu dine sokuyordu. Hicaz Arap’ı olmayan diğer kavimler de Bizans taktiği ile Kureyş kültürü içinde asimile ediliyordu. Hz. Muhammed Mustafa; 632’de ölünceye dek, tarihinde hiç birleşmemiş Arap Yarımadasını tek devlet haline getiriyordu. Alevi inançlarında da bilindiği gibi; Hz.Muhammed Mirac’a çıktığında Kırklar meclisine Allah’ın emri ile onları İslam’a davete gelir. Kapıyı çalar. Kimliği sorulduğunda, peygamber olduğunu söyler. Ama kapı açılmaz ve “var git kendi kavmine peygamberlik et” denir. İki kez tekrar edildiğinde aynı sonucu alınca, dönmeye karar verir. Allah da kendisine, tekrar geri dönerek kapıyı çalmasını ve sorulduğunda “Ben, yurtsuz bir garibim” demesini salık verir. Bundan sonra içeri alınıp, onlara İslam’ı tebliğ ettiğine inanılır. İşte bu Kureyş İslam’ı ve Yunan Hıristiyanlığının çıkış ve yayılışları tarihinde ilk kez Sami kavimlerine diğer milletleri yönetme şansı yaratmıştır. Bu inançlar potasında eriyen milletlerden biri de Türk Milletidir. Başlangıçta Türkler; Yunan ve Arap kılıcına uygun kılıflar üreterek kendilerini korumaya almışlardır. Arapların milliyetçilikleri ve idarelerindeki kavimleri kendilerine köle etmeleri yüzünden, 7.yy.da çıkan İslamiyet’in “Emevi Devleti”, 90 yıl sonra 740’larda dağılma sürecine girer. 20 yıl sonra idareyi alan Abbasi Hanedanı işleri biraz götürse de yüz yıl sonra İ.S.850’lerde Bizans akınlarına karşı geriler. 740 ile 850 arasında Bizans’ın baskıları ve halkların İslam’ı farklı kabul edişlerine dayalı olarak çıkan mezhep ve tarikatlardan oluşan bölünmeler Abbasilerce bir düzene sokulur ve bunlardan ‘4’ tanesi seçilerek “Dört temel mezhep” kabul edilir. Bu gün, “kızılbaş-Alevi” olarak bilinen Dersim Türklerinin inançları da, Türklerin o zamanki inançları ile birdir. Azerbaycan bölgesinde yaşarlar. O çağlarda pasaport kanunu olmadığı için, insanlar vergi ödeyerek istedikleri bölgelere göçüp yaşayabiliyorlardı. Alevilerin ve Kürtlerin Türkçeyi söyleyişleri bu gün de bu yüzden Azeri lehçesi iledir. O dönemlerde gerçek Azerbaycan vatandaşıdırlar. O bölge; bu gün Güney Azerbaycan olarak bilinen bölgedir. Kurtuluş savaşı sırasında Rus-İran arasında bölünmüştür. Görüldüğü gibi; Aleviler, aslında Türk’türler. Almancı Alevilere dayatıldığı gibi Ur, Uruadri-Hitit-Ermeni-Kürt değillerdir. Ermenilerin bu Uruadri veya Nairi halkıyla da bir ilgisi yoktur. İ.Ö.200’lerde günümüz Başkurdistan devletinin olduğu yerde konuşulan “Soçaryan- Tsocharıan” dilini konuşan Kurdistan Türkleri olma olasılıkları daha yüksektir. Mevcut alfabeleri de İngiliz-Fransız üniversiteleri işbirliği ile bir Ermeni rahibe öğretilmiş, uydurma bir alfabeden başka bir şey değildir. Tevrat uzmanlarının hazırladıkları “Kavimler Göçü” haritasına Yafes soyu Magog-Mecücler’in yani Türklerin yerleşim yeri merkezi Hakkâri ve çevresindeki dağlık olan bölgedir. Yunan tarihinde “Onbinlerin dönüşü” olayında ,’Gourdia’ (Gurdiya-Kurdiya) olarak geçen bölgedir. Mecüc soyunun da buradan Asya’ya göçtüğünü bu haritalarında belirtmişlerdir. Orta Asya Türk kültüründe ‘Balbal’ olarak bilinen taşların Hakkâri-Kerkük-Musul civarında ‘Baban’ adıyla bilinmeleri ve çok sayıda var olmalarını başka nasıl açıklayabiliriz ki? Bu ayrışmaya sebep olan kopukluğu yaratan cehalet ise; 1517 Ridaniye Seferinden sonra Mısır’ı alan Yavuz Sultan Selim’in, oralarda bulabildiği bazı Kutsal emanetleri Topkapı sarayına getirerek, İslam dünyasına hükmedebilmek için, Hicaz Araplarının ve İslam’ın Kültürel merkezi sayılan Basra ve çevresinde yaygın olan Sünni İslam’ı benimsemesi ile başlar. Bütün din devletlerinde kesin bir kural olan “imparatorun halkını kendi mezhebine geçir me kuralı” burada da çalışır ve Osmanlı, bu mezhebi halkına kabul ettirmekte ciddi sıkıntılar yaşar. Bu nedenle, Anadolu’da çıkan iç isyanlar bastırılsa da halk İran’a veya yeni özerklik verilerek Osmanlı’ya katılmış olan Kürdistan emirliklerine kaçar. Osmanlı’ya vergi vermemek, inancını yaşamak için de “Kürt’üz” demeye başlarlar. İran Türk Saferi Devleti de; Sünnilik inancını kabul etmeyen Türklerin şikâyeti üzerine, Osmanlı ile savaşlara girer. İşte Türkleri ‘Kürtleştirdiğimiz’ tarih bu tarihtir. Bu tarihten sonra ‘Sünni’ olmuş Arnavut, Yunanlı, Rum, Romen, Macar, Bulgar ve Arap soyundan tebaa Türk’ten öne geçer. Bu kavimlerden oluşturulan Osmanlı orduları, din rengine boyalı yaratılan ümmet tebaayı oluşturma adına Türkleri kıymaya başlar. Evliya Çelebi bile seyahatnamesinde; Kazaklara, Alevilere ‘Türk’ demez. Onları ‘sapık’ kavimler, Yecüc-Mecüc soyu olarak tanımlar. Antalya’da bir aslanı boğazlarken gördüğü bir Yörük için de aynı tanımlamayı yapar. Osmanlı’ya göre Türk, Sünni’dir. Çünkü Osmanlı Türklüğünün temelini ‘kavmiyetçilik’ değil, “dini mezhep” belirlemektedir. İşte, başta belirttiğim; “Sümer Kazıları” esnasındaki, emperyalizmin kültürel ajanları da bu aymazlığımızı görürler ve o zamanlar başlattıkları “kardeşi kardeşe vurdurma” ve “böl-parçala-yok et” siyasetini elan sürdürmektedirler. Fatih’ten bu yana devletin başına getirilen o dönme ve devşirmeler, ‘İslam’ kimliği ile başımıza geçmişlerdir. İşin acı yanı; tüm savaşlarda, iç isyanlarda, Roma-Vatikan ile işbirliği içinde sistemli şekilde “Türk Soykırımını” gerçekleştirmişlerdir. Bu gün ne değişti? Bu gün de aynı mezalim sürmekte ve Osmanlı olduklarını söyleyerek Türkiye Cumhuriyeti adına hangi değerler varsa üzerine giderek ortadan kaldırmaya çalışmaktadırlar. Türklüğü ayaklar altında çiğnemeye, Atatürk’ün kurduğu ulus ve devletini ortadan kaldırmaya çabalamaktadırlar. Bir ABD’li tarih profesörünün dediği söze geliyoruz: Biz Mustafa Kemal’den sonra hiçbir Türk’ü iktidara getirmedik ki, Türk-Kürt-Alevi ayrılığı neden?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Halil Şahin Arşivi