Halil Şahin

Halil Şahin

KORKMANIZA GEREK YOK

Bir zamanların Adalet Bakanı Sadullah Ergin; “PKK’nın arkasında İsrail var” diyerek İsrail’i aklamağa çabalamış ve PKK’yı iki Avrupa ülkesinin yönlendirdiğini açıklamıştı, değil mi? Hele hele Güneydoğu’da temaslar yapan Alman heyetinin “PKK diyaloga dâhil edilmeli” çağrısı ne anlama geliyordu? ABD’nin Irak’la işi gerçekten bittiği için mi çekiliyor? Hanefi Avcı neden cemaati hedef alan bir çıkış yaptı? Deniz Baykal, kaset olayında neden cemaati aklamıştı da salt hükümeti suçlamıştı? Sahte darbe belgesinin aradan bunca zaman geçtikten sonra, “AKP’den Edelman’a oradan da John Kunstadter ve Faruk Demir yolunu izleyerek TSK’ya gittiği” bilgisi neden piyasaya sürüldü? Washington’un, Ankara’ya gönderilecek bir büyükelçi üzerinde bile uzlaşılamaması ve bazı kalemlerin, ABD’nin AKP’ye mesafe koyduğu şeklindeki yorumları ne anlama geliyor olabilir? İşte o günlerde dahi bu sorular kafaları kurcalarken, gündeme bomba gibi düşen PKK ile referandum pazarlığı, salt anayasa değişikliğine “evet” demeyi kapsamadığı da gün yüzüne çıkarak anlaşıldı. Anlaşıldı ki; pazarlığın esasını, “Federasyon Anayasası” oluşturuyor. Meğerse bu alt pazarlığın üstünde, ABD ile Türkiye arasında, Irak’ın kuzeyi merkezli “konfederasyon” pazarlığı yapılıyormuş! Öcalan’ın PKK ve BDP’ye “demokratik özerkliğe ibadet eder gibi sarılın” mesajının, işte bu üst pazarlıkta rol alma hedefine yönelik olduğu artık anlaşılmıştır. Bu pazarlıklar aşamasında Hükümetin akıl hocalarından Cengiz Çandar, AKP’nin “Kandil ve İmralı” ile görüştüğünü söyledi. Zaten Çandar, en başında beri meseleyi “iki Abdullah”ın çözeceğini savunuyordu. “Çankaya’daki Abdullah da İmralı’daki Abdullah da Kürt sorununda iyi şeyler olacak dedi”. Şeklindeki ifadelerini makalelerinde okudunuz. Açılım Koordinatörü İçişleri Bakanı Beşir Atalay, 20 Ekim 2009 günü yaptığı açıklamada,; Öcalan’ın talimatıyla Irak’ın kuzeyinden Türkiye’ye gelen birinci barış grubuyla ilgili olarak, “eve dönüş, demokratik açılım sürecinin bir safhası, planın bir parçası” demişti. Bakan Atalay’ın DTP Eşbaşkanı Ahmet Türk ile 17 Ekim günü gizlice görüşüp, iki gün sonra Habur’dan geçişi planladıkları basına yansımıştı. Taraf Gazetesi’nden de Yıldıray Oğur, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün hazırladığı bir analize dayanarak; 2006 yılından beri PKK’nın Avrupa sorumlusu Sabri Ok ile görüşüldüğünü açıkladı. Eski Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı Bülent Orakoğlu da “Sabri Ok, Abdullah Öcalan ile telefon görüşmesi yaptı” dedi. Bu açıklamalar birleştirilince AKP’nin Sabri Ok’la, Ok’un da Öcalan’la görüştüğü ortaya çıkmış oluyordu. Demek ki; Öcalan, boşu boşuna “AKP benim söylediklerimi alıp uyguluyor” dememiş! PKK lideri Murat Karayılan, Habertürk’ten Amberin Zaman’a “Geçen yıl Şubat ayında bir hükümet üyesi Öcalan’a gitti ve açılımı konuştu dediğini anımsarken, elbette eski MİT Müsteşarı Emre Taner’in gerek Barzani ile gerekse henüz müsteşar yardımcısı iken Öcalan’la hükümet adına yaptığı müzakereleri unutmamak gerekir. 17 Ağustos 2010 günü, Karayılan: “Artık açıklanmasında bir sakınca görmediğimiz diğer önemli bir gelişme de devletin, önderliğimizle geliştirdiği diyalog temelinde ateşkes talebinde bulunmasıdır. Aslında önderliğimiz aradan çekilmişti ancak, talep üzerine yeniden devreye girerek, çağrıları ve devletten doğru gelen istemi de dikkate alarak, bir kez daha barışa şans tanınması için hareketimize bir mesaj gönderdi” diyordu. Zaten Çankaya’daki Gül, “Terörü bitirmek için devlet her yöntemi dener” diyerek zaten pazarlık yapıldığını itiraf etmemiş miydi? Bakü uçağında konuşan Gül; “her yöntem denince, bu hem silahlı mücadeledir hem de siyasi, diplomatik, metotlar bunun içerisindedir. Devlet teröristle masaya oturmaza, pazarlık yapmaz ama yapılacak her iş için gerekli organları, kurumları vardır. Devlet organları ne yapacaklarını bilir” dedi. (Fehmi Koru, Cumhurbaşkanı ile Bakü yolunda, Yeni Şafak, 17 Ağustos 2010) PKK’nın eylemsizlik kararı ve bu kararın ardındaki pazarlıkla ilgili olarak da taraflar şunları söylüyordu: BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, “Taleplerimize cevap verilmesi durumunda elbette ki, biz yeni anayasayı destekleriz. Böyle bir durumda AKP ile ortak çalışma çağrımızı yeniliyoruz” (Radikal Gazetesi, 18 Ağustos 2010) derken; Demokratik Toplum Kongresi DTK Eşbaşkanı Ahmet Türk de, “Hükümet ciddi adımlar atar, hamle yaparsa her şey değişebilir” diyordu. (Vatan Gazetesi, 21 Ağustos 2010) AKP’li Tarım Bakanı Mehdi Eker, “Kan ve gözyaşı dökülmemesi her halükarda olumlu mütalaa edilmesi gereken bir durumdur” derken (Vatan Gazetesi, 17 Ağustos 2010), en ilginç açıklama ise Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’ten geldi: “Terör örgütü kimsenin hatırına silah bırakmaz”. (CNNTurk, 20 Ağustos 2010). Aslında Çiçek’in açıklaması, akıllara “Peki PKK ne karşılığında silah bırakır?” sorusunu getiriyordu. Ancak meselenin sadece referandumdan “evet” çıkartılması olmadığı, esas olarak “evet” çıktıktan sonraki sürece ilişkin pazarlık yapıldığı ortada! Öncelikle, pazarlığın ilk unsuru Öcalan’ın 15 Ağustos’ta ilan edeceği demokratik özerklikti. AKP, özerklik ilanının referandum öncesi getireceği kaybı göz önünde bulundurarak, bu konuyu pazarlığın ilk unsuru olarak ele aldı ve Öcalan’a 15 Ağustos açıklamasını erteletti. Ancak Ruşen Çakır “bu ateşkesin arkası gelebilir” (Vatan Gazetesi, 17 Ağustos 2010) derken, Fikret Bila, “referandumdan sonra gündem özerklik” (Milliyet, 21 Ağustos 2010) diyerek, aslında BDP Genel Başkan Yardımcısı Gülten Kışanak’ın birkaç gün sonra “Yeni Anayasa, Özerk Kürdistan” diye formüle edeceği esasa ışık yakıyorlardı. Kışanak, “Bizim rengimiz belli; sarı, kırmızı, yeşildir. Taraflarımızı en güçlü şekilde örgütleyeceğiz. Onlar bu renkleri kabul edecek ve onlar bizim yazdığımız yeni anayasayla Kürt halkına özgürlük ve demokratik özerk Kürdistan gelecek” demişti. (Milliyet Gazetesi, 22 Ağustos 2010) Birden bire ne değişmişti? ABD; PKK liderlerinden Murat Karayılan, Ali Rıza Altun ve Zübeyir Aydar’ı uyuşturucu kaçakçısı ilan ederken, AB ise tutuklu bulunan PKK liderlerinden Nizamettin Toğuç’u neden serbest bırakıyordu? Mesaj neydi ve kimeydi? Her şeyden önemlisi AB’nin bu mesajların altını dolduracak kuvveti var mıydı? ABD’nin her şeye rağmen Kürdistan’ı ilan edemediği; çünkü Türkiye’nin plana henüz razı edilemediği; direnen kuvvetlerin zayıflatıldığı, yıpratıldığı, içeri atıldığı ama hâlâ teslim alınamadığı ortada değil mi? İşte bu nedenle 12 Eylül referandumu, aslında Türkiye’nin teslim alınması öncesinin son vuruşuydu. Korkmanıza gerek yok. Suriye düzleminde oynanan satrançta, ABD’nin gerilediği ortada. PKK darmadağın. Ergenekon tertibi çökmüş. Yetkisizlerin Başkanlık Sistemi teranesiyle Anayasa değiştirilmesi için yapmağa çalıştığı Sivil Darbe, halk tarafından fark edilmiş ve karşı tepkiler yükselmeye başlamış. İşte tüm bunlar karşı mücadelede yeni bir kilometre taşı olmaktadırlar. Kararlı ve kahramanca duruşuyla, bir kez daha öncülere ve yurttaşlara cesaret, moral ve umut olan “ulusalcı sosyalistler”, yurttaşların gönlünü fethetmektedir. Halk ilk kez bu kavramlardan ürkmemekte ve destek vermektedir. Böylece; Ulusun yok edilme tertiplerinin ve AB’D emperyalizmini yıkma mücadelesinin merkezinde, Silivri ve Hasdal Zindanlarında esir edilenlerin olduğu bir kez daha tescil edildiği gözleniyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Halil Şahin Arşivi