Mehmet Ünal Taşpınar

Mehmet Ünal Taşpınar

HÜSNÜ DEDEM, BEN VE MERHABALAR

Merhabayı Nasıl etsem de anlatsam?

Hüsnü Dedemle Afyon'da Keltepe'deki bağa giderdik. Mevsim yaz. Bağ yolculuğumuz sabahın erken saatlerinde Hacıyahya Mahallesinden başlardı. Dedemlerin evi Hacıyahya Camisi'nin karşısında cumbalı, pencerelerinde kafes olan biri üç katlı eski Türk evlerinden olmak üzere,  diğeri onun yanındaki yine üç katlı beton binadan oluşmaktaydı. Ahşap olanla betonun arasından kapı açılmış; iki kapısıyla bir yandan camiye bakarken bir yandan çarşıya, Otpazar Camisi'nin yanına kadar açılan dar sokağa, öte yandan Kocakonak denilen ve ören mahallinden Sebze Hali'nin arka kapısına çıkan, toplam dört kapısı olan iki binadan oluşmaktaydı. Konak mı desem oraya? Konak, zamanın ihtiyaçlarına hitap etmek üzere alt katta ahırı olan, minik de olsa içinde taş avlusu, dut ağacı, asması olan kocaman iki evden oluşmakta idi. Alt katın tamamı taşlıkta. Taşlık bölümde mutfak vardı. Daha doğrusu mutfak kilerle iç içeydi. Mutfak malzemeleriyle kışlık yiyecek, haşhaş ve yağ gibi stok edilmiş maddelerin bulunduğu bir mekândı. Tuvalet de eski Türk evlerinin hemen hepsinde olduğu gibi binanın taşlık kısmında, evin içini kokudan uzak tutmak üzere taşlıkta bulunuyordu. Bilindiği gibi taşlığın üstü açık, havadar bir mekândır. Oraya kar da yağar, yağmur da...   Büyük aile olarak beş ailenin yaşadığı büyük iki konak. İki baba, eşleri, üç oğul ve eşleri; gelinler, torunlar. Her birinin odası ayrı. Biz yemeğe gittiğimizde sofrada yirmiiki kişi kaşık sallardık.   (Bunu ayrıca anlatmadan anlaşılamayacağına göre ayrı bir yazı konusu olsun.)   Taşlıkta kurban kesimi yapılır, düğün-dernek zamanlarında, kalabalık misafir geleceği zamanlar ve bayramlarda etlipilav, çorba, bamya, tatlı için kazanlar kaynatılırdı.   Her yer; bağ, bahçe, ağaç, çiçek, ev-bark, han, hamam, çeşme iken; modern anlayış adıyla harap edildi. Hepsi ŞEY oldu. O güzelim binalar da birçok yer, birçok şey gibi ŞEY olmadıysa duruyordur o konaklar... Ne zamandır görmedim.   Uzattık... Hacıyahya'dan başlayıp, yokuşlarda önde eşek, arkada dedemle ben; düz yollarda -daha çok ben- dedemle eşeğe binerdik. Ara sokaklardan Yukarıpazar, Kaleardı, derken Keltepe'ye tırmanmaya başlardık. Yokuş yukarı tepeye doğru dolana dolana çıkarken eşeğin iki yanındaki heybede bulunan bir iki güğüm su, iki sepet içinde akşama kadar yiyeceğimiz ekmek, zeytin, peynir gibi yiyeceklerin yükü bile eşeğe ağır geliyor olmalı ki; eşek ikide bir zart-zurt gaz çıkarırdı. (Yanına bağdan alınan taze üzüm, vişne, domates katılınca... Ne keyifli olurdu bağdaki yemeklerimiz. Hele annem, teyzem az acılı türlü yaparsa...)   Tepeye tırmanırken gördüğümüz otları, çiçekleri şimdi resimlerde bile göremez oldum. Dedemin "Şunlar öksürüğe iyi gelir, şunlar zehirlidir, dokunma" dediği çiçekler, otlar... Şimdilerde yalnız aktarlarda adını duyduğumuz, gerektiğinde birer tutam satın aldığımız otlar! Bağın etrafında sınır belirlemek amacıyla çit olarak minik minik (Köpek üzümü mü derdik, şimdi hatırlayamadım) bir çeşit üzüm tanecikleri olan ağaçlar vardı. Üzümlerinin bazısı siyah, bazısı kırmızımsı idi. Siyahlarla siyah, kırmızımsılarla kahverengi ayakkabılarımızı boyardık. Pırıl pırıl olurdu ayakkabılarımız. Ayakkabı boyaları bunlardan yapılır diye düşünürdüm. Doğru mu, bilmiyordum. (Hâlâ da bilmem.) Yandaki bağda Pelit ağaçları vardı. Hindilere yedirildiğini biliyordum. Pelitler bizim tarafa düştüğünde alıp incelerdim. Yenip yenmeyeceği konusunda acemice dişlediğim çok olmuştu.   Bağ set set idi. Her sette muhtelif meyve ağaçları vardı. Elma, armut, vişne, zerdali, kayısı, üzüm, kiraz, ak ve karadut, ceviz, şeftali... En çok vişne, elma ve üzüm... Dut ağacının yapraklarını sabun niyetine köpürterek ellerimizi yıkardık. Ağaç olur da kuş olmaz mı? Serçeler, kargalar, çeşitli renklerdeki güllere konan bülbüller; daha niceleri...   Dedem aşı yapmasını bilirdi. Yoz ağaçları aşılamayı kendi yapardı. Bir de zamanını Güneş'in hareketine göre tayin edebilirdi: İnce bir çubuğu kuma batırır, gölgesine bakarak öğle ve ikindi zamanlarını belirleyebilirdi.   Keltepe'deki bağda su yoktu. Su için gidebileceğimiz bir çeşme de... Çok aşağılarda, ovaya doğru inildiğinde, bizim bağdan bakıldığında görünen bağlarda su, hatta çeşme olduğu söylenirdi ama o setlerden bir bir inmek, hele tekrar gerisingeriye dönmek ve yokuş yukarı çıkmanın zorluğunu da düşünerek buna hiç yeltenmedik doğrusu. Yukarıda sırf gölgelik olsun, yağmurdan yaştan korusun diye gelişigüzel yapılmış bağ evi vardı. Bağevi dediğime bakmayın; bağ ODASI demek daha doğru: Tek oda... Kapının ve pencerenin boşluğunu koymuşlar ama kapı ve pencere boşluğunda cam-çerçeve yoktu. Getirdiğimiz yiyecek, su ve benzeri  ihtiyaç malzemelerimizi yağmurdan, sıcaktan, kurttan, kuşlardan ve böcü börtüden korusun diye bağevine koyduktan sonra hemen vişnelere koşardım. Dedem, Bahar veya Gelincik sigarasını yakıp şöyle bir etrafa göz atıp, yorgunluk gideredursun... Getirdiğimiz su hem dedemin abdest almak için kullandığı, hem içme suyu olarak kullandığımız suydu. Su kalmadığında teyemmüm ettiğini de hatırlıyorum dedemin. Beş-on litre su alacak kadar her sette minik minik havuzları vardı dedemin. Kendiliğinden oluşmuş çukur, altı kaya olan. Suyun toprakta emilmeyeceği bir iki yer, dedemin ve kuş, tosbağa (kaplumbağa) benzeri bağda bulunabilecek çeşitli hayvanların su ihtiyacını görmekteydi. Yağmur sularının biriktiği, gerektiğinde sulamada kullanılan havuzlardı bunlar. Tabi, bu arada sigarasını ikiye bölüp, yarısını kutuya koymuş olurdu dedem. "Dumanını yel alır, parasını el alır" derken. Bahar, Yenice, Gelincik sigaraları dört köşeli karton kutularda idi. Üstten açılırdı bu kutular. Kulüp ve Yeni Harman Sigaraları ise yandan açılan kutularda idi ve sürgülü kutulardı. Üstelik dışında şimdiki sigaralarda olduğu gibi şeffaf jelatin ambalajı vardı ayrıca. Kulüp ve Yeni Harman'ın iç ambalajları biz çocukların 'altındiş' dediğimiz parlak metal renkliydi. (Neden altındiş derdik, bilmiyorum. Altın renkli veya gümüş renkli olurdu; metalimsiydi bunların rengi. Çikolata ambalajları gibi. Beyazına da, altın renklisine de 'altındiş' derdik nedense.)   Şimdi hatırladım İhsan Dayım Kulüp veya Yeni Harman Sigarası içerdi.   Pazar günleri Bağa kalabalık gelirdik. O zaman bağ daha eğlenceli olurdu benim için. Zakire Halam (annemin halası, dedemin kız kardeşi), teyzem, annem, yengelerim... Böyle kalabalık vişneler olgunlaştığı zaman olurdu. Bir de bağbozumunda.   Bir kayanın arkasında kalmış küçük bir boşluğu; balta, keser, testere, kazma, kürek gibi aletlerini saklamak için dolap niyetine kullanırdı dedem. Bir defasında aletlerine uzanmak için elini uzattığında koca bir yılan geldi eline. İstifini bozmadan yavaşça elini çekti ve o gün aletlerini almaktan vazgeçti. Yılan uykusuna devam etti. Bize sıkıntı vermedi.   Bizim bağın üst tarafındaki bağlar, bahçeler düzlükteydi. Bizimki gibi aşağılara doğru inen setler halinde değildi. Etrafımızda birçok bağ vardı böyle ama hiçbirinin gelen gideni olmadığından 'bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur' deyimindeki gibi dağ olmuştu civardaki bağlar. Eşeği oralarda otlamaya bırakırdık. Zikke bilir misiniz? Yere zikke çakarak eşeğin belli bir uzaklıktan öteye gitmesini, daha dürüstü kaçmasını önlerdik. Dedemin bağ, tepedeydi. Adı üstünde; Keltepe'de. Bağdan aşağılarda görülen başka bağlar hem daha yeşillik, hem daha bakımlı, hem dümdüzdü. O zamanki Nafia'nın (Bayındırlık) binasına kadar şoseyi ve şoseden geçen arabaları görürdük. Arabaları dediğime bakmayın ara sıra gelip geçen kamyon, otobüslerdi bunlar. Yıl 1950'ler. Laf uzadı. Merhabayı unuttuk. MERHABA diyecektim. Keltepe'deki bağı daha sonra anlatalım da merhabaya gelelim: Bağdan dönüşümüzde herkes gibi dedem de, ben de yorgun olurduk. O nedenle dönüşte genellikle eşeğe binmeyi âdet edinmiştik. Eve dönüş bizim de, eşeğin de hoşuna gitmiş olacak ki hepimiz daha neşeli olurduk. Hele eşek, taşıdığı ağırlığa rağmen sanki daha başka yürürdü; koşarcasına. Evin yolunu bilir, "çüş" dedirtmezdi bize. Bazen ben, bazen dedem binerdik. Dönüş sırasında Kaleardı'ndan geçerken bir binanın duvar dibine dayanmış sekiz-on çoğu yaşlı amcanın önünden geçerken, ister eşek sırtında olsun, ister yayan yürürken olsun dedemle amcalar arasında her defasında aynı seremoni yapılırdı: Dedem: "selamünaleyküm" Duvardibindeki amcalar hep birlikte: "Ve Aleykümselam" Sonra sırayla her birine ayrı ayrı "merhaba" der ve her birinden ayrı ayrı "merhaba" alırdı. Sekiz kişiyse sekiz defa merhaba, on kişiyse on defa merhaba der, bir o kadar da merhaba alırdı. "Merhaba", "Merhaba" "Merhaba" "Merhaba"   Bu seremoniye alışmıştım. Değişmezdi. Ama hiç bilmiyordum ki merhaba'nın geniş bir anlamı varmış:   "... Merhaba ifadesi  'Hoşgeldin, yabancılık çekme, rahat et, mahzun olma, daralma, kendi evinde bil, yalnızlık hissetme' demektir." 'Merhaba' kelimesinin ifadeden düşmüş bir fiilin masdarı olduğu söylenmiştir. Yani 'evin ve meskenin geniş oldu' demektir. Arap'lar 'merhaba' sözünü muhataba ikram olarak söylerler. Bununla 'geniş mekâna geldin, daralma' demek isterler. (*) --------------------- (*) MERHABA'NIN SÖZLÜK ANLAMINI İsmail Hakkı Bursevî (1652-1725)'ninKitâbu'l-Farûk adlı sözlüğünden Ali Sözer 'Bir Veli'nin Sözlüğü' adlı yazısında alıntılamış, ben de ondan alıntıladım. MEHMET ÜNAL TAŞPINAR 26 ARALIK 2015/İstanbul

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Mehmet Ünal Taşpınar Arşivi