Turan Akkoyun

Turan Akkoyun

ÇETE SARE

Kültürümüzde isim ya da lakap sahibi olabilmenin ayrı bir macerası olduğu bilinmektedir. Kendini ispat edeni tanımlamak için kullanılan isim giderek yaygınlaşır. Herkesin ve şahsın kabul ettiği bir sembol haline gelir. Bunun bir çok örneğini destan çağlarında mitolojik eserlerimizde bile bulabilmekteyiz.

1920 li yıllar Anadolu insanı için oldukça zorlu başlamış, vatanını kurtarabilmek için var gücünü ortaya koyması gerekmiştir. Yıllardır süren bir türlü kesilmeyen savaşlar silsilesi sonunda en ücra noktalar bile işgalcilerin çizmeleri altında inlemeye başlamıştı. Büyük acılar çekme konusunda pek çok deneyime sahip olan Türk Milleti bunun sürüp gitmesini kabullenemezdi. Ya kendisi mum olacak aydınlatacak, ya da tünelin ucunda incecik dahi olsa gördüğü bir ışığın ardından koşturup aydınlığa çıkmaya çalışacaktı. Düşman vasıflı olmuş olsa idi hareketlerini de ona göre belirleyecekti. Dünya savaşı içinde her hangi bir cephede karşımıza çıkmadığı halde, kendilerine pay bulanlar adeta zafer sarhoşu olmuşlar "Avrupa'nın Şımarık Çocukları" tanımını ispatlarcasına vatanımızı bir beyazperdede oynanmış bir rol halinde dönüştürmüşlerdi. Ebedi vatanın sahipleri, onların emsali görülmemiş silahlarının gölgesinde kasılmaları karşısında "kupkuru canı" ile başrolü söke söke almıştır. Kendisini küçümseyenler alkışlamayı kendilerine yediremeseler bile "vay be" ile "macera" demekten kendilerini alamamışlardır. İnsanımız ise sabahleyin kalkarak güne yeniden kaldığı yerden başlamıştır. Hayatın kuralı çalışmaktan geçmektedir. İnsanın doğasında dünyaya gözlerini açar açmaz çalışmaya meyil bulunmaktadır. Meylin gelişiminde farklı etkilerin söz konusu olduğu kabul edilmektedir. Ailenin, toplumun, arkadaşların, yaşanılan coğrafyanın, bireyin olaylar karşısındaki tutum ve davranışları çalışma tarzını geliştirmekte ve ortaya çıkarmaktadır. Kısaca herkesin hikayesi bir yaşam mücadelesi ortaya koymaktadır. Yaşam mücadelesi öyle hayati mahiyet taşımaktadır ki savaş falan dinlemeden karma karışık, sıkıntılı ve sancılı bir şekilde sürüp gitmektedir. XX. Yüzyılın Türk insanı bahtsız, şanssız bir dönem yaşamış olup topraklarının ve evlatlarının "sabun köpüğü" misali avucunun içinden akıp gittiğini seyretmek zorunda kalmıştır. Fransız Devriminin ortaya çıkardığı milli egemenliğe dayalı devletlerin oluşması yolunda en acımasız çalışmalar, gösteriler coğrafyamızda yaşanmıştır. Azınlıkların bütün faaliyetleri sömürgeci büyük devletler tarafından desteklenmiştir. Oysa en başta kendileri bu gelişmelerin karşısında yer almaları gerekiyordu. Meselenin milli devlet olmanın ötesinde binlerce yıllık Türk, Anadolu açısından da bin yıla dayanan Türk-İslam dünyasından toprak ve insan koparılması hissiyatına dayanıldığında şüphe yoktur. Büyük denilen devletlerin tahrikleri, azınlıkların faaliyetleri, aydınlar ile devlet adamlarının anayasa - meşrutiyet gayretleri, arkadan gelen savaşlar, Trablusgarp ile Balkanları bir daha geri gelemeyecek şekilde alıp götürdü. Sadece Türklüğü değil bütün beşeriyeti kasıp kavuran ilk dünya savaşı da kapanmaz yaralara sebebiyet vermiştir. Savaş insanlık için büyük bir yangına dönüşmüştür. Başlangıçta temkinli hareket ederek savaşın haricinde kalan Türkiye çok geçmeden yangına dahil olmuş, böylelikle ülkesinin hemen tamamı yangın yerine dönmüştür. Kendisi dışında gelişen hesaplar zaten savaşa katılmamız şeklinde planlandığından dolayı mesafe tanımayan bir şekilde coğrafyasında inisiyatifi dahilinde ve haricinde açılan cepheler dünya savaşının en can alıcı mücadelelerinin gerçekleştirildiği yerler olmuştur. Çanakkale, Kanal, Sarıkamış, Mukaddes Topraklar, Irak, Filistin, Makedonya, Galiçya, Romanya cepheleri Türk evlatlarının harmanlandığı, hanelerine ateş düşüren ama Türklüğün şeref sayfalarına pek çok notlar düşülen savaşlara sahne olmuştur. İçeride ve dışarıda kendi hesaplarına hareket edenleri dikkate almadan yoluna devam edenler hikayeleri tiyatro sahnelerinde, beyaz perdede anıt bir çok esere ilham kaynağı olabilecek nitelikte olmasına karşın bu kulvarın çok ciddiye alınmadığı anlaşılmaktadır. Yaptıklarıyla asla öğünmeyen bir kültürden gelenlerin bunu sahnelemeyi arzulaması da düşünülemezdi. Ama acılarını unutmadılar. Herkesin bildiği Yemen, Çanakkale türküleri ile daha niceleri o günlerin hatıralarıdır. Girişilen mücadelelerde ne kadar büyük kahramanlık gösterilirse gösterilsin toprak ve insan kayıpları birbirini izledi. Yanımızda olduğu zaten tartışmalı olan Almanya, Avusturya - Macaristan, Bulgaristan yenilince imzalamak zorunda kaldığımız Mondros Ateşkes Antlaşmasında açık kapalı maddeler ile ülkemizin tamamı düşman işgaline açık hale düşmüştür. Ateşkes Antlaşması savaşı, cepheleri ortadan kaldırması gerekirken elde kalan ata yadigarı son toprak parçasının kaybı da gündeme gelmiştir. Okyanusun öbür yakasından ilan edilen prensiplere kalsa idi endişeye mahal yoktu. Ancak öyle olmadığının anlaşılması için uzun süre beklemeye gerek kalmadı. "Leş Kargaları" Türklüğün son kalesine de üşüştüler. Büyük Devletler, Birinci Dünya Savaşının galipleri sıfatı ile daha önceden yaptıkları antlaşmaları uygulamaya koydular. Bazı küçük değişiklikler yapmayı da ihmal etmediler ama bu değişikliklerde vatanımız ve insanımız lehine hiç bir yenilik bulunmamakta idi. İtilaf devletleri amaçlarını daha kolay gerçekleştirmek için local unsurları kullanmayı daha uygun gördüler. Kültürel açıdan ana kaynaklarından saydıkları ama aslında ilgisi bulunmayan Yunanlıları Batı Anadolu'da, geçmişte hiçbir şekilde kendinden saymadıkları hatta yüzyıllarca ibadetlerine bile dahil etmedikleri Ermenileri Doğu Anadolu'da Türklüğe karşı harekette teşvik edip serbest bıraktılar. İkinci unsur aynı zamanda Güneyde Fransız işgalinde yardımcı eleman olarak kullanıldı. Aynı şekilde Anadolu'nun çeşitli yerlerinde Yerli Rumlar ile Karadeniz Bölgesinde Pontusçuların eşkıyalıklarına göz yumuldu. Neticede onların gözünde harcanması gereken Türk insanından başkası değildi. Gelişmeler cepheleri kapatması gerekirken bu defa yaşanılan coğrafyanın tam ortasında Doğu, Batı ve Güney Cephelerinin açılmasına sebep oldu. Varlık kavgası sadece cephede Mehmetçikler tarafından verilmemekteydi. İnsanımız bütün fertleriyle kavganın tam ortasında kalmış her an ölüm ile dans etmektedir. Yetişkin erkekler cephede vuruştuklarından geride yaşlılar, çocuklar ve kadınlar kalmış bir vaziyette idi. Onlar birbirlerine tutunarak, diğerlerini taşıyarak yürümek zorundaydılar. İtilaf devletlerinden casusluk filmi senaryolarındaki oyunları aratmayacak planlarla kopardıkları izin ile "Güzel İzmir"i işgal ettikten sonra çeşitli kollardan ilerleyen Yunanlılar askeri ve uluslararası hukuk kurallarını hiçe sayarak milli mukavemeti kırmaya çalışmışlardı. Adalar Denizinden oldukça uzaktaki Afyonkarahisar şehri bile Yunan işgaline, insanlık ve ahlak dışı uygulamalarına maruz kalmıştır. Edebiyatçılara düşen görev bu dönem dair roman, şiir ve piyesler kaleme almaktır. Aynı şekilde iletişim disiplinin çeşitli dallarında bu eserlerin işlenmesi de önemli katkılar sağlayacaktır. Tiyatro ya da sinema sektöründe bunların değerlendirilmesi pek çok açıdan faydalar ortaya çıkaracak uluslararası bir güç haline dönüşüme katkı sağlayacaktır. Bugün rağbet gören bir film ya da dizi dünyanın en ücra köşelerine kadar anında ve hiç bir engel tanımadan ulaşabilmekte ve kamuoyu oluşumuna katkı sağlayabilmektedir. Yaşlı baba ile genç kızı Afyonkarahisar'ın Kınık Köyünde bulunan bağlarına çalışmaya gittiklerinde bahçelerine ilişmiş haldeki dört işgalci Yunan askeri ile karşılaştılar. Onlar hak sahibi olduğunu iddia ettikleri Batı Anadolu'yu yakıp yıkan, fütursuz, arsız, art niyetli bir devletin temsilcileriydi. Yavuz hırsız ev sahibini bastırır misali çekineceklerine baba ile kızın yanlarına sokulup niyetlerinin kötü olduğunu ortaya koydular. Bu topraklara geçici olarak gelmediklerini her fırsatta göstermişlerdi. Aynı şekilde burada bahçeden topladıkları üzümler yetmezmiş gibi kızı da babasının elinden koparmak istediler. Anasını, avradını, kızını, evladını bırakmak hakiki hiçbir insanın kitabında yazmadığı gibi Anadolu insanı için de imkansızdı. İşgalci askerler silahlarına olduğu kadar Türk'ün o günkü çaresiz görüntüsünden cüret göstermeye yeltendiler. Çaresizliğini aldırmaksızın ileriye fırlayan yaşlı babanın, gaspçı zalimlere karşı direnci maalesef uzun sürememiş az sonra şehit olmuştur. Yalnız kalan Sare Kız adeta bir şahine döner, elleri ile canilerin üzerine bir atmaca gibi saldırır. Yüzlerini tırmalar, gözlerine toprak doldurur. Yine de onlara aman vermez. Boğuşmaya rağmen teslim olmaz. Bahçelerden birkaç kişi ses duyarak koşup gelince mütecavizler bırakıp kaçmak zorunda kalırlar. Saldırganları def etmiştir ama babasını kaybetmiştir. Onun yanına yığılıp kalmıştır. Biraz önceki şahinliğinden eser kalmamış güçsüz ve takatsiz bir hale düşmüştür. Vücudundaki süngü yaralarının acısını yeni yeni hissetmeye başlar. Yapacak başka bir şeyi de bulunmamaktadır. Olay işgal kumandanlığına iletildiğinde suçlu askerleri bulmak için meydana toplarlar. Katil, cani askerlerin Sare Kız tarafından teşhis edilmesini isterler. Ancak onlar içtimada yoktur. Belki çıkarılmamış belki de ortalığa çıkma cesareti bulamamışlardır. Cani askerlerin vukuatı ört bas edilse de insanımız Sare Kızı unutmaz. Dilden dile hikayesi anlatılır. O artık cesaretin ve namuskarlığın timsali olarak anılmaktadır. Türklük ölüm kalım mücadelesini kazanır düşman askerleri denize dökülür. Yeniden yaylalara dönülür kahramanlıklar abartılmadan yaşanır. Sare Kıza bir de Çete lakabı eklenir. Öyle anılır. Onun hayatının küçücük bir kesiti olan bu olayın filmlere aktarılabilecek konuların arasına dahil olduğunu düşünüyoruz.

Doç. Dr. Turan AKKOYUN

Afyon Kocatepe Üniversitesi

Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Bölüm Başkanı

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Turan Akkoyun Arşivi

UYUM

17 Nisan 2016 Pazar 18:09

KONAK

28 Mart 2016 Pazartesi 09:20