Kendisini müslüman hisseden ve dünya tarihinin hiç bir kesitinde görülmemiş amansız korkunun gelip çattığı bir günde, vereceği hesabın şuurunda olan her mü'minin kendisine sorması gereken bir soru vardır. Her şahsın kendi bünyesinde sorgulayacağı ve diğer şahısların da sorgulamasına vesile olarak elini taşın altına koyması gerektiğini hissettirecek, büyük kapıların aralanmasına sebep olacak bir soru! "İSLÂM DÜNYASI NEDEN BU HALDE?" Bu soru şüphesiz ilk defa sorulmuyor. Asırlar önce sorulmaya başlanmış, uğruna birçok fikir adamını, devlet adamını, koskoca padişahları darağacına götürmüş kesif bir soru. Peki İslâm dünyasına bu soruyu sordurtacak kadar geri bırakan sebep neydi acaba? "İki günü birbirine denk olan zarardadır" diyen bir Peygamberin ümmeti neden bugün câhiliye döneminin bile daha gerisinde kalmış durumdadır? "Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya yarın ölecekmiş gibi ahirete çalış" diyen Hz. Peygamber'in ahir zaman ümmetin için endişelenmesinin sebebi bizim tembelleşecek olmamız mıydı acaba? Bilim adamlarının engizisyon mahkemelerinde yargılandığı bir çağda astronominin, geometrinin, matematiğin bilim merkezlerini elinde tutan bir İslâm dünyası neden bayrak yarışını kaybetti? İbn Sînâ gibi bir tıp dâhîsini, Hayyam gibi bir matematik üstadını çıkarmış bir medeniyet neden bu kadar kısırlaştı?Bu soruların cevabını şüphesiz yüce dinimiz İslâm'da değil müslümanlarda aramak gerekir. Çünkü yüce dinimiz hiç bir zaman statik yapıda olmayı tavsiye etmez. Aksine her zaman ilerlemeyi, çağının en ilerisinde bir toplum olarak yol göstericilik sancağını dalgalandırmayı emreder. Amerikalı tarihçi Marshall Hodgson, Dünya Tarihini Yeniden Düşünmek adlı eserinde bu konuyu şöyle özetlemektedir; "Müslümanlar Batı karşısında çok geri bir seviyedeydi. Oysa İslâm geleneğindeki genel durgunluk ancak, 1650 veya 1700 senelerinden sonra ortaya çıkmıştır ve bu da dönüşüm geçiren Batı ile rekâbet edememenin bir neticesiydi... Bir zamanlar çok güçlü olan İslâm dünyası, nasıl oldu da on yedinci ve on sekizinci asırlarda, Garp'taki gelişmelerin gerisinde kaldı? Bu sorunun cevabının, öncelikle İslâm dünyasındaki bir iç bozuklukta yatmadığından eminim. Ayrıca kesinlikle İslâm'ın gelişmeye engel olması filân da söz konusu değildir. Tam aksine, on sekizinci yüzyılda ne oldu sorusunu sormadan evvel, İslâm dünyasının bin sene boyunca, böyle muazzam bir başarıyı nasıl gerçekleştirdiği meselesini iyice anlamak gerekir..." Marsall’ın bu değerlendirmesi hem ibret verici hem de düşündürücüdür. Buna benzer değerlendirmeleriyle bilinen Seyyid Kutup ise bu geri kalmışlığın Müslümanlümanların Kur’an’dan uzaklaşmasına ve paganist kültürün getirdiği bazı oluşumların dinimizi, daha doğrusu Müslümanları ciddi manada asimile etmesine bağlar. Şüphesiz Seyyid Kutub’un bu çıkarımları da gerçekliği özetler mahiyettedir.Burada bahsedilen geri kalmışlık her ne kadar izâfi bir kavram olsa da ortada ciddi bir gerçekliği bulunmaktadır. Rönesans ve Reform hareketleriyle şaha kalkan Batı dünyası karşısında hep geri geri giden Müslüman dünyası bugün bunun bedellerini çok ağır ödemektedir. Nitekim dünya sadece Müslümanlardan ibaretmiş gibi nerede ağlayan, acı çeken, zulüm gören bir topluluk varsa hepsi Müslümanlardan ibarettir. Bir avuç Batı en modern teknolojilerle refah içerisinde hayatına devam ederken, dünyanın ana kitlesini oluşturan Doğu ise geri kalmışlığın pençesinde yaşam savaşı vermektedir.Burada dikkat edilmesi gereken diğer bir husus ta parçalanmışlık olgusudur. Neden Batı her durum karşısında birleşebilme erdemini gösterirken bizler daha çok ayrışmanın peşindeyiz. Gerçeklikler sadece teknolojide geri kalmakla açıklanmıyor. Bunun yanında İslâm dünyasının yitirdiği ulvi değerlerin de büyük payı vardır. Yani bizi geri bırakan unsurlar arasında sadece maddi olgular değil aynı zaman manevi unsurlar da söz konusudur. Sanırım büyük düşünür Cemil Meriç’in şu sözü bu durumu gayet net özetlemektedir; “ Türkiye sadece toprak kaybetmedi aynı zamanda ruhunu kaybetti. Toprak belki en değersiz şey... İnsan ise en değersiz şeyini kaybedince her şeyini kaybettiğini anlar…”Bu sorulardan belki yüzlerce, binlerce sorabiliriz. Bu kıyaslamalardan da binlercesini yapabiliriz. Ancak asıl önemli olan şudur ki bu durumdan nasıl kurtulabiliriz? Müslümanlık onurunun al aşağı edildiği bu çağda ne yaparız da yeniden al bayrağımızı güneşe gölge edebiliriz? Asıl önemli olan budur. Bu metot aslında III. Selim’le başlamıştır. Güçten düşmeye başlayan Osmanlı'nın zihni sürekli Fatih dönemine, Yavuz dönemine ve Kanuni dönemine gitmiş ve özlemini çektiği o yıllara geri dönebilmek için neler yapılması gerektiğinin muhasebesini yapmış. İçinde bulunduğu durumdan ıstırap duyan III. Selim bu durumu düzeltmek için çözüm yolları aramış, layihalar hazırlatmıştır. Ancak güvendiği devlet adamlarının kendisini arkasından vurması ve destek alacak kimsesinin olmaması onu başarısız kılmıştır. Bunun yanında Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde de bu ıslahatlar gerçekleştirilmeye çalışılmış ancak kalıcılıktan uzak olduğu için başarısız olunmuştur. Bunun asıl kalıcı hamleleri Cumhuriyet döneminde atılmaya çalışılmış, ancak M. Kemal’in vefat etmesiyle durgunlaşan ilerleme yerini yeniden geri gidişe bırakmıştır. Ayrıca Cumhuriyet rejimindeki hamlenin kalıcı olmamasının bir diğer sebebi de tamamen Batı kaynaklı gerçekleştirilmeye çalışılmasından dolayı kaynaklanmıştır. Mensubu olduğumu İslâm medeniyetinin bir kenara itilmesi ve asırlardır beslendiğimiz kaynakların dikkate alınmaması, bizi her şeyimizle Batıya yönelmeye itmiş, dolayısıyla yabancısı olduğumuz bu medeniyete ayak uyduramamamız bizi hep yerimizde saymaya mahkum etmiştir. Batının sadece teknolojik gelişmelerine muhtaç olduğumuz, irfâni gelişmelerin ise bizim medeniyetimizde saklı olduğu gerçeği göz önüne getirilmediği için toplumsal bir yozlaşmaya sürüklenmişiz. Bugün itibariyle siyasal ve ekonomik açıdan Avrupa’dan her ne kadar geri kalmış olsak da mensubu olduğumu İslam medeniyeti Batı medeniyetinin çok çok üstündedir. Bu yüzden sosyal alandaki kurtuluşumuzun yegâne reçetesi bu medeniyette saklıydı hâlbuki. Bu konuda Ziya Gökalp’in “Tükleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak” adlı eserinde yaptığı çıkarım taktire şayandır. Ziya Gökalp toplumumuzun ilerleyebilmesi için tanklar, tüfekler, uçaklar ve daha birçok teknolojik ürünlerin üretmesi gerektiği vurgular. Diğer alanlarda yapılan taklitçiliğin gereksiz olduğunu ifade eder. Ziya Gökalp’in sadece bu düşüncesini dâhi baz almış olsaydık muhtemelen daha ileri düzeyde bir toplum olmanın temellerini atmış olurduk. Teknolojik alanın dışında kalan geri kalmışlığımızın cevabını ise sağlam bir sorgulama ile bulabilirdik belki. Örneğin teknik felsefemizin neden durakladığı sorgulanarak işe başlanabilirdi. Ama bu sorgulama yapılırken öncelikle İmam-ı Gâzali veya Moğol istilâsı gerekçe gösterilerek bahanelerin ardına sığınmadan yapılabilirdi. İlk olarak klasik felsefemizdeki literatürün ilmi usüllerle neşredilmesi ve etüt edilmesi ile ciddi sonuçlar elde edilebilirdi. Ama daha önce de ifade ettiğimiz gibi bizler bunları yapmaktan hep uzak durmuşuz. Toplumumuzda hastalık halini alan “nasıl olsa birileri yapar” düşüncesi bizleri tembelliğe ve durağanlığa itmiş. Özetle İslâm dünyasını ve bu dünyaya bayraktarlık yapan Anadolu coğrafyasını geri bırakan en başlıca sebep tembelliktir. Bu hastalığı üzerimizden attığız zaman ne Batının sinsi planları bizi zedeler ne de bu devran böyle döner. Önemli olan benliğimize ve ruhumuza göç etmektir. Altın Yıllar’a göç ancak bu şekilde, ruhumuza ve benliğimize göç etmekle başlar. Yeniden Buhara, Semerkant ve Bağdat şehirlerini kurmaya başladığımız zaman yıkılır bütün engeller. Yeter ki herkes elini taşın altına koymayı bilsin. Yeter ki herkes bir Fatih olsun işte o zaman yıkarız, yıkılmaz denilen Batının kalın surlarını. Aşılmaz denilen Viyana kapılarını. Unutmayalım ki Orta Asya’dan aldığını Tuna boylarına taşıyan bir milletin çocukları, Yesrib’i Medine yapan bir ümmetin fertleriyiz. Yeni ufuklara doğru barış, kardeşlik ve öncülük umuduyla…