Kendimi hiçbir yerli hissetmiyorum.Günlerdir kendi kendine söyleye söyleye kafasına kakılan, yüreğine çöreklenen, bedeninin en ince noktalarına kadar yayılan bu yapış yapış duygudan kurtulmak ya da bu iyi bir şeyse ona daha çok sarılmak, daha doğrusu bu duyguyla başa çıkmak istiyordu. En yakın arkadaşı bile onu anlamıyordu.- Neden bir uzmana gitmiyorsun? Bizim de çözemediğimiz şeyler var. Bence kendini bu denli yiyip bitirme. Birkaç seans git, rahatlarsın.Gerçekten de dua eder gibi bu garip duygunun sarmalında dolanalı beri kendini yere göğe sığmaz toz zerresi, bir duman karası, yerini bulamamış taş parçası, acı bir ağıt, alıcısız kötü bir öğüt, ülkesi olmayan yolcu, kısır bir döl yatağı, susuzluktan yarılmış çorak toprak, çatısı uçmuş ev, yolunu şaşırmış yel, kürekleri suya gömülmüş sandal gibi görüyordu.- Kendimi hiçbir yerli hissetmiyorum. Ya her şeyim ya hiçimSorma dünyam ne biçimBir kör düğüm ki içim çözdükçe dolanıyorUzman psikolog dönen koltuğunda yarım daireler çizerek, içinden de bu şarkıyı mırıldanarak dinliyordu hastayı.İlk karşılaşma böyledir genelde. Onlar anlatır biz dinleriz. Kimi soru sormaya kalmadan döker içini. Bazıları uzun uzun susar. Zaten bir konuşanlar var, bir dinleyenler, bir de ne konuşup ne de dinleyenler. Onlar yaşarlar. Konuşmaya da dinlemeye de pek zaman ayırmazlar.Arada kalemini tüm sorunları çözmeye hazır bir silah gibi masaya tıklatıyor. ya da önündeki fiyakalı dosyaya notlar alıyor. Kalemi bırakıp parmaklarını kısa kesilmiş siyah saçlarında eşit aralıkla gezdiriyor. Hastaya bakmıyor. Ama onun meraklı, ürkek bakışlarını üzerinde duyumsuyor. Çizgili spor gömleğini koyu yeşil pantolonunun üstüne bırakmış. Şakakları kırlaşmış, siyah gözleri karşısındakinin yüzünde gerçeği arayıp bulma çabasıyla gezinir gibi keskin, etkili. Ani bir kaçamak bakışla hastayı süzdükten sonra yine eski kayıtsız haline bürünüyor.Dün nisanı uğurladım sahilde.Sana hoşça kal demeye geldim. Karşıyaka vapurları gitmiş. Yeşillere bürüdüğün ağaçlar, çimenlerle kapladığın tepeler de selamlıyor seni, İnciraltı’ndan, Kadifekale’den. Senin güneşle son öpüşmeni, denizin koynunda kayboluşunu izlemek için buradayım. Gidişin çok hazin. Düşlerimi de beraberinde götürüyorsun yaşantımın en güzel nisanı. Gelişin umut, heyecan, coşku doluydu. Doğa kıpır kıpırdı. Yüreğim de öyle… Nasıl aşka gelmiş, uzakları yakın, düşleri gerçek yapmıştık birlikte. Şimdi beni bu sahilde yapayalnız bırakıp umutlarımı da alıp gidiyorsun. Senden kalan kocaman bir hüzün yumağı. Gittikçe büyüyor, ağırlaşıyor, acılaşıyor.Ya ben ne yapacağım sensiz. Mayıs anlı şanlı bazen de kanlı gelir. Törenler, karşılamalar bekler. Onun sevdalısı çok. Hem de ateşli. Öyle senin gibi inceden, gizliden değil bağıra çağıra, şiirle, şarkıyla, marşla dillenir bu aşk. Herkes bilir. Kimi imrenir, kimi över, bazıları yerer. Onunla işimiz uzun, ciddi. Verilecek hesabı çok. Kıyılan canların vebalini taşıyor.Boynunu bükme öyle… Beni de ağlatacaksın. Seni hep güzelliklerle anacağım. Mayısın olgunlaştırdığı her meyvede senin emeğin, kokun, tadın olduğunu anımsayacağım. Sen öptün güneşi, benim dudağım yandı. Gitme diyebilseydim sana. Beni de götürebilseydin suların koynuna… Ayrılığa hazır değilim.-Böyle dedim NisanaPsikolog gözlerini hastanın gözlerine dikip yumuşak, net bir sesle sordu-Mayısı da böyle uğurlayacak mısın?Yanıt da soru kadar net fakat sert ve öfkeliydi.-Hayır.Bir süre ikisi de sustular.Psikolog bir iki not yazdı. Sonra başını kaldırıp gözlerini yeniden hastanın yüzünde gezdirip beklemeye başladı.-Bir şey sormayacak mısınız? Diye fısıldadı bu kez, ürkek, umarsız bir edayla…Adam kendinden emin koltuğunda geri kaykıldı.- Anlatın siz. Dilediğiniz gibi.Kadın şaşkındı. Biraz önce gürül gürül akan ırmak tıkanmıştı. Bir set çekilmişti önüne. Adam gülümseyerek baktı, yüreklendirme bakışıydı bu. Kadın biraz kıpırdadı oturduğu koltukta. Yerleşip koltuktan güç alır gibiydi. Telefon çaldı. Arayan sekreterdi. Adam yine gülümseyerek baktı kadına-Beklesin. Diye yanıtladı telefondakini.Herkes, her şey bekleyebilirdi. O yıllardır bekliyordu. Dönüşü olup olmadığını bilmeden Kimse de bir şey sormuyor, söylemiyordu. İçindeki boşluk gitgide büyüyor dışına taşıp onu sarıp sarmalıyordu: Nereye gitse peşini bırakmıyordu.-Kızımız Emek o yıl okula başladı. 1980 de. İlk gün ikimiz de izin aldık, birlikte götürdük okula. Çok seviniyordu. Bizi öğretmeniyle tanıştırdı. Benim babam da öğretmen demişti övünerek. Onu okula bırakıp bir pastaneye girdik. Sanki okula başlayan bizdik. Çok heyecanlıydık. Birbirimize bakıp mutlulukla gülümsüyorduk.- Başarılı olacak benim kızım göreceksin. Diyordu sütlacını yerken. - Kimin kızı diye de gülümsüyordu. - Bizim kızımız dedim ben de.İlk karnesini aldığında çok ağladım. Üzülme anne ben gazeteci olunca, babamı bulup getireceğim. Diye boynuma sarıldı yaşlarımız birbirine karıştı.Kadın boğazını temizledi.Orada bir şey varmış da konuşmasını engelliyormuş gibi elini boynundaki eşarbına götürüp gevşetti. Sade giyinmişti. Pantolon ve yakası açık bir buluz. Bütünlüğe uysun diye boynuna küçük bir eşarp takmıştı. Kırkın üstünde gösteriyordu. Sade, yalın bir duruşu vardı. Daha ilk günden ağlamak istemiyordu. Kendini toplayıp duvardaki Renoir tablosundaki anne kıza baktı. Nasıl mutlu görünüyorlardı.Annenin yüzünde masum bir gülüş, çocuğunki daha durgun. Anne kızıl saçlı, iri siyah gözlü biçimli burnu ve minicik ağzı parlak teniyle güzel bir kadın. Siyah elbisesinin yakasına taze koparılmış bir çiçek iliştirilmiş. Başındaki toprak rengi şapkası da çiçekli. Verandada oturmuş elleri dizinin üstünde uzaklara bakıyor. Kız beyaz elbiseli. Anneye göre daha kızıl saçlı, gözler mavi,yanaklar ateş kırmızısı. Annesine sokulmuş, minicik elleriyle kucağındaki çiçek sepetini tutuyor. O da uzaklara bakıyor ama ikisinin yönü farklı. Başını rengarenk çiçeklerden bir taç süslüyor. Bu kadar renk cümbüşü ancak nisanda olur. Mevsim bahar olmalı. Onlar da bekliyorlar…- Büyüdüğünü, serpilip geliştiğini, ilk gençlik heyecanlarını, diploma coşkusunu, ilk yazısının gazetede çıktığı günkü sevincini, düğününde eşiyle dans ederken gözlerindeki gülüşü göremedi. Haksızlık bu!Ailem ikide bir biz sana söyledik bu adamla evlenme diye başıma kakardı. Arkadaşlarımla konuşurken, bir toplantıda, film izlerken, müzik dinlerken, yemek yerken, hatta uyurken başka bir dünyada gibiyim. Yapayalnız, kimsesiz. Kendimi hiçbir yere ait hissetmiyorum.Psikolog koltuğunda şöyle bir doğruldu, gözlerini hastanın yüzünde sabitledi. Gülümseyerek- İsterseniz bir sonraki seansta bu yerden devam edelim.