Bağımsızlık, Egemenlik ve Özgürlük Üzerine Düşünceler
(...)
Ulusal bağımsızlığı, günümüzde, ama aslında tarih boyunca da, nasıl anlamalıyız? Bağımsızlık, ister ulusal ister kişisel olsun, aslında çok ender rastlanan bazı istisnalar dışında “ilişkisel” bir durumdur. Yani ancak “kimden, kimlerden, nelerden bağımsızlık?” sorusuna cevap verildiğinde anlam ve içerik kazanır. Bir kişi “ben bağımsızım” diyorsa, bir halk veya bir ulus “ biz bağımsızız” diyorsa, ya da bir bağımsızlık talebi varsa, bu “herşeyden ve her güçten bağımsızlık” şeklinde anlaşılmaz; anlaşılmamalıdır. Hemen her zaman “birilerinden veya bir güçten, bir devletten bağımsızlık” şeklinde anlaşılır veya anlaşılmalıdır. Mesela, bir genç “bağımsız olmak istiyorum” derken, belki de aslında “ben anne ve babamdan bağımsız yaşamak istiyorum” demek istemektedir. Bir halk “bağımsızlık istiyoruz” şeklinde bir talep dile getirdiğinde, aslında “biz falan devletten veya filân ekonomik-siyasal sistemden bağımsızlığımızı elde etmek istiyoruz” demek istemektedir. Mutlak bağımsızlık ya mümkün değildir ya da, mümkün bile olsa, istenen bir şey değildir.
İşte o nedenledir ki bir halk bir devletten veya bir siyasal-ekonomik güç sisteminden bağımsızlık için mücadele ediyorsa, başka bir devlete veya başka güçlere kendini bağımlı kılacak bir ilişkiye kolaylıkla girebilir. Böyle bir bağımlılık ilişkisini, istediği bağımsızlığı elde etmek için gerekli bir şart olarak görebilir. Hatta bazı durumlarda bu bağımlılık ilişkisine isteyerek, seve seve girebilir. Dahası, o halk istediği bağımsızlığı çetin bir mücadele sonunda elde ettikten sonra, büyük bir hevesle başka bir devlete veya devletler sistemine eklemlenerek, yeni bir bağımlılık ilişkisi başlatabilir.
İki örnek vererek bu savımı netleştirmeye çalışayım:
Yunanistan'ı ele alalım. Yunanlılar 1821'den 1829'a kadar kanlı ve zorlu bir bağımsızlık mücadelesi verdiler. Bu mücadeleyi veren Yunanlıların amacı Osmanlı devletinden bağımsızlık elde etmekti. Ama bunu başarmak için Avrupa'da o zamanın üç süper gücünden, yani İngiltere, Fransa ve Rusya'dan yardım ve destek istediler. Bu devletlerden yardım aldılar almasına, ama bu yardımın sonucunda hem Yunan bağımsızlık mücadelesi hem de daha sonra kurulan Yunan devleti çok büyük ölçüde bu üç büyük devlete bağımlı hale geldi. Bağımsızlık mücadelesinin liderleri bu “üç büyükler”den yardım isterken elbette ki bu yardımın bir bağımlılık ilişkisi yaratacağının farkındaydılar, ama bunu Osmanlı'dan bağımsızlık elde etmek için şart görüyorlardı. Bu üç büyük güç, 1830'da kurulan Yunanistan için yabancı (Bavyeralı) bir kral, ilk on yıl için yabancı (yine
Bavyeralı) bürokratlar ve belli bir devlet yapısı, belli kanunlar empoze etti. Gönülsüzce de olsa hem Yunanlı liderler hem de Yunan halkı bütün bunları kabul etti. Yunanistan'ın dış politikası da genelde Avrupalı büyük güçler tarafından belirlendi. Yunanistan'ın Avrupalı büyük güçlere ve ayrıca daha sonra ABD'ye bağımlılığı bazen artarak bazen azalarak günümüze kadar devam etti.
Şimdi de 1989-1991 döneminin Doğu Avrupa'sına ve Sovyetler Birliği'ne bir göz atalım. Doğu Avrupa'daki ve sovyet cumhuriyetlerindeki halkların mücadelesinin amacı (ki silâha birkaç istisna dışında hiç başvurulmayan bir mücadeleydi) Rusya'dan ve komünist sistemden bağımsızlık elde etmekti. Bu mücadelelerinde Batı devletlerinden seve seve destek aldılar, bağımsızlıklarını elde edince de yeni kurulan devletlerin veya rejimlerin çoğu Batı'nın siyasi, ekonomik ve askerî sistemine büyük bir şevkle eklemlenmeye, entegre olmaya çalıştılar. NATO, AB gibi ulus-üstü yapılanmalara üyelik, ABD ve Avrupa devletleri ile imzalanan ekonomik, siyasi ve askerî anlaşmalar, aslında bu devletlerin bağımsızlığını önemli oranda sınırladı, ama bu sınırlamaları seve seve kabul ettiler. Çünkü onların amaçladığı ve anladığı bağımsızlık, Rusya'dan, komünizmden bağımsızlıktı.
Ulusal egemenliğe gelince: Yazımın başında ulusal egemenlikle ulusal bağımsızlığı yapışık ikiz kardeşlere benzettim, çünkü bu iki kavramı birbirinden ayırmak çok zordur -- aslında gerekli de değildir. Ulusal egemenliği “bir ulusun kendi kaderiyle ilgili kararları ve politikaları kendisinin belirlemesi” şeklinde tanımlayabiliriz. Bağımsız bir ulus aynı zamanda egemen bir ulustur. Daha doğrusu, ne kadar bağımsızsa o kadar da egemendir. Dolayısıyla, mutlak bağımsızlık olmadığı gibi, mutlak egemenlik de yoktur. Teoride egemenlik ulusun veya halkındır, ama pratikte egemenlik o halkın yaşadığı ülkeyi yöneten zümrenindir. O halkın gündelik yaşamını ve kaderini belirleyen kararları ülkeyi, daha doğrusu devleti yönetenler alır. Yönetenler halkın gözünde meşrû da olabilir olmaya da bilir. Her iki durumda da bu yönetenlerin karar verme serbestîsi, genellikle uluslararası ilişkiler, anlaşmalar, güç dengeleri, karşılıklı veya tek taraflı bağımlılık ilişkileriyle oldukça sınırlanmıştır. Ama çoğu zaman halkı ve devleti yönetenler, egemenliği bu biçimde sınırlayan anlaşma ve ilişkileri, halkın özgürlük ve refahını artıracağını gördükleri için, isteyerek, çekinmeden kabul etmişlerdir.
Ve geldik “özgürlük” kavramına... Bu kavramı “insan hak ve özgürlükleri” anlamında kullanıyorum. Ve bu hak ve özgürlükleri temel sosyal ve ekonomik hakları (eğitim hakkı, toplu sözleşme hakkı vs.) kapsayacak şekilde anlıyorum. Böyle tanımlandığında özgürlük kavramı bireyler için, vatandaşlar için bir kavramdır. Devletler için değildir. Yani “özgür devlet” diye bir kavram olamaz; anlamsızdır. Ama özgür bir ülke olabilir. Bir ülkede yaşayan vatandaşların, ve hatta -- vatandaş olsun olmasın -- herkesin, özgürlüklerini ve haklarını kullanabildiği ölçüde, o ülke özgür bir ülkedir.
Ulusal bağımsızlık-egemenlik ikizi, insanların özgür olması ve haklarından yararlanması için gerekli bir şart değildir. Bazı durumlarda ulusal bağımsızlık ve egemenlik özgürlükler için bir garanti teşkil edebilir. Ama başka bazı durumlarda ulusal bağımsızlık-egemenlik insan hak ve özgürlükleriyle doğrudan çatışabilir. İnsanların bu hak ve özgürlükleri kullanmasının önüne dikilen bir engel olabilir.
Ulusal bağımsızlık ve egemenliğin özgürlükler için nasıl garanti teşkil edebileceği konusunda şöyle bir örnek vereyim: Bir ülkenin ordularla önce istilâ sonra işgâl edildiğini düşünün. O ülkede yaşayanların işgâl altında eskisinden daha özgür olacaklarını söyleyemeyiz. İşgâlciler propaganda amacıyla bunu iddia edebilirler. Ama tarih boyunca ve hatta günümüzde, yabancı orduların işgâli altındaki devletlerde her türlü insan hak ve özgürlüğünün çiğnendiğine, en ağır, en korkunç ihlâllerin, toplama kamplarında toplu işkencelerin, kıyımların yaşandığına şahit olduk, oluyoruz.
Ama ulusal bağımsızlığı ve egemenliği uluslararası anlaşmalarla ve uluslararası örgütlere üyelikle kısmen sınırlanmış bir ülkenin halkı, bu anlaşmaların gerekleri ve örgütlerin denetimi sayesinde çok daha özgür olabilir. Haklarını çok daha kolay kullanabilir. Doğu Avrupa halkları, daha özgür (ve tabii daha müreffeh) olmak istedikleri için bu kadar büyük bir hevesle devletlerinin Batı'nın siyasi- ekonomik-askeri sistemine entegre olmasını desteklediler.
Öte yandan, ulusal bağımsızlık ve egemenlikte hiçbir taviz vermek istemeyen bir devlet veya bir rejim, aslında halkının hak ve özgürlüklerinin en büyük düşmanı da olabilir. Kaddafi'nin Libya'sını düşünün: Libya, Kaddafi zamanında iç ve dış politikasında dünyanın en bağımsız devletlerinden biriydi. Ama aynı zamanda vatandaşların birey olarak özgürlük ve haklarını kullanamadığı, baskı altında yaşadığı bir ülkeydi. Kaddafi sonrası Libya ise vatandaşlarının nispeten daha özgür olacakları, ama devletin de Batılı güçlere bağımlı olacağı bir ülke olacağa benziyor.
(trakya-haber/yunanistan-dimhttp://12132011.html)