Yazar ZAFER DİPER
“Ekim Devrimi’nin 100.Yılında Devrimin Güncelliği” başlığıyla iki gün süren etkinlik düzenledi BEKSAV. Prof.Dr.Metin Balay’la katıldığım “Devrim/Tiyatro-Sinema” bölümünde oturum yöneticisi(moderatör) Mine Şirin idi. Konuşmamda 2012 yılında önce Tavır, sonra Mimesis’te yayınlanan Eren Buğlalılar’ın “Mücadelemizin Tiyatroları-2” adlı yazısından yararlandım yer yer. Bu uzunca yazıdan kimi alıntılar şöyle:
”Özellikle çağdaş politik tiyatronun izini geçmişe doğru süreceksek bu işe belki de Fransız Devrimi’nden başlamak gerekebilir. Bir dönemeç de Ekim Devrimi’dir. Sovyet tiyatro hareketinin devrimin gücünü arkasına alarak yaptığı yenilikler, uluslararası alanda da çok yaygın ve derin bir etki yarattı. (…)III. Aleksandr 1882 yılında tiyatroların üzerindeki imparatorluk tekelini kaldırdığında, St. Petersburg ve Moskova’daki özel tiyatro sayısı birden bire çoğaldı. Ancak bu dönemde devrimci-ilerici tiyatrolardan söz etmek pek mümkün değildi. Yine de Rusya’daki devrimci mücadelenin tırmanışını izleyen 1890 sonrasında halk tiyatrosu önemli bir sanat alanı oldu. 1898’den başlayarak liberal entelektüellerin yönetiminde köylüleri cehaletten kurtarmak ve onların kültür düzeylerini yükseltmek iddiasında olan bir tiyatro hareketi Rusya kırsalında gelişmişti. Bu tiyatro halkın yoksulluğunun maddi temellerini anlamaktan yoksun olduğu için, sorunu halkın cahilliğinde, kültürsüzlüğünde arıyor ve bu sorunu devletle ve çarlıkla çatışmadan halletmeye çalışıyordu. (…)Avrupa’da gelişmeye başlayan “Avangard Sanat” devrim sonrasını etkileyecekti. Ekim Devrimi’yle birlikte devrimci bir yaklaşımla ele alınarak Sovyetler Birliği’ni 1920’den sonraki politik tiyatronun öncü üssü haline getirdi. (…) Siyasi iktidar devrimle alınmıştı ama sosyal devrimin gerçekleşebilmesi için uzun, karanlık ve kanlı bir tünelden geçmesi gerekiyordu ülkenin. Yüzyıllardır sürmekte olan sınıflı toplumun ve çar zulmünün yoksul ve eğitimsiz bıraktığı kitleleri eğitmenin, iç savaş için seferber etmenin ve hatta eğlendirmenin sosyalist ve devrimci yolları bulunmak zorundaydı. İşte tiyatro sanatı bu kültür seferberliğinde devrimin bir uzantısı oldu. (…)Ekim Devrimi bu sanatçılara yeni görevler dayatıyordu: insanlar eğitilmeli, devrim bütün hızıyla sürdürülerek sosyalizm güçlendirilmeliydi. Mevcut propaganda araçlarıyla, yalnızca dergiler ve kitaplar basılarak bunun yapılamayacağı belli olduğu için Sovyetler Birliği tiyatroya ve diğer sanatlara yöneldi. (…)Tiyatronun devrimci mücadele içerisindeki en etkin kullanımlarından biri devrim sonrasında Sovyetler Birliği’nde yapılan ve yüz binleri kapsayan kitle gösterilerindeydi. Dünya tarihinin en kalabalık tiyatro oyunları bu dönemde oynandı. Oyunlarda on binlerce seyirci-oyuncu rol alıyordu. Bu oyunların oyuncu kitlesi o kadar kalabalıktı ki, sahnenin farklı yerlerinde aynı anda dört yönetmen çalışıyor, bir yönetmen de resmin bütününü değerlendiriyordu. 7 Kasım 1920 tarihinde, Ekim Devrimi’nin 3. yıldönümünde sahnelenen “Kışlık Saray Kuşatması” adlı oyun 8000 oyuncu, 500 orkestra üyesi, 4 yönetmenle sahnelenmiş ve 100.000 izleyici tarafından izlenmişti…(Metin Balay bu oyunu ayrıntılarıyla çok güzel anlattı.) SSCB’deki tiyatro hareketi sadece sendikalar tarafından desteklenmedi. Her şehir sovyetinin, her kooperatifin, Komsomol ve Komünist Parti örgütünün de çeşitli tiyatro faaliyetleri, kendi tiyatro grupları vardı.(…) Sovyetler ile çok yakın bağları bulunan Almanya’daki ajit-prop topluluklarının şekillenmesinde ve Brecht, Piscator gibi önemli tiyatrocuların sanat anlayışının oluşmasında Almanya’yı ziyaret eden Sovyet tiyatro topluluklarının büyük önemi vardı. Bu anlamda Ekim Devrimi yalnızca siyasi ve toplumsal önderlik değil, kültürel ve sanatsal önderlik rolünü de üstlenmişti. Sovyetlerin bu önderlik rolünü neden devam ettiremediği, neden sonraki dönemlerde aynı derecede etkili olmadığı önemli bir tartışma konusudur. (…) Bugün dünya ve Türkiye tiyatrosunun durumunu Sovyetlerdeki durumla karşılaştırdığımızda, tiyatronun devrimle ve halkla arasındaki mesafenin ne kadar açıldığını, rahatça görebiliriz. Oysa sanatta hep peşinde koşulan yeniliğin de, parlak fikirlerin de, değişimin de kaynağı yine halktır, yine devrimdir…”
Süre uzayınca sinema üzerine söyleşemedik ya da bu başka bir oturumun konusuydu belki. Sovyetler Birliği’nde Dziga Vertov’la başlayan ve Fransa’da Jean Luc Godard ile gelişen Devrimci Sinema ve dolayımında sözü edilecek onca yaratıcı sinemacı var ki, kimileri: Angelopoulos, Aranda, Bechis, Becker, Berri, Bertolucci, Chaplin, Eisenstein, Gavras, Greengrass, Jancsó, Loach, Lumet, Pontecorvo, Pudovkin, Puenzo, Solanas, Truffaut, Villeneuve, Wajda, Fritz Lang, James McTeigue, Lindsay Anderson, Milos Forman, Steve McQueen… Türkiye’de de önemli filmler yapan yönetmenler var, en başta Yılmaz Güney kuşkusuz… Bir kaçıyla ilgili konuşulabilseydi hiç değilse ama olmadı zaman daralınca işte. Benim de yerim bitince Eğitim-Sen’le ilgili kimi yanıtlarımı haftaya bırakıyorum.