Saime Bircan Sak

Saime Bircan Sak

Anılara Yolculuk

Acaba tanıyabilecek miyim? Çok değişmiş olmalı. Ben çok değiştim. Beni tanıyabileceğini sanmıyorum. Uzun örgülü saçlı, kalın kaşlı, uzun etekli, örgü ceketli, masum, romantik bakışlı liseli kız fotoğraflarda kaldı. Ben kendimi zor tanıyorum bazen. O zaman kız erkek birlikte dolaşamadığımız lisenin bahçesine gider, birlikte tur atarız. Şöylece karşıdan bakışırdık. Ya da gurup halinde gezerdik. O erkek arkadaşlarıyla ben de kızlarla. Uzaktan laf dokundururduk birbirimize. Yüreğim gümbür gümbür atardı yanımdan geçerken. Utanır bakamazdım.  Bir keresinde sigara araması yaparken Cengiz’in cebinde benim mektubumu bulmuşlar. Az kalsın disiplin cezası alıyordum. Okul müdürü odasına çağırıp bir güzel azarlamıştı beni. Korkudan günlerce uykularım kaçmıştı okuldan atılırsam diye. Derste onun tarafına bakamaz olmuştum. Arkadaşlarıyla konuşurken sesini duydukça içim titrerdi. Sesi hiç değişmemiş. Yıllar sonra sesini telefonda ilk kez duyunca heyecanlandım O futbolcuydu. Ben de halk eğitim merkezinde tiyatrodaydım. Ne güzel günlerdi... Kim bilir kaç kez geçtim bu yollardan. Bazı tatillerde Akşehir’e anne dedemlere giderdim. O zaman da böyle yeşil miydi? Yol boyunca elma ve şeftali ağaçları selama durmuş. Arada dut ve erik de var. Birazdan kiraz ağaçları başlar. Çocukluğumun yeşili bu. İki tekerlekli at arabasıyla pikniğe gittiğimiz günlere götürüyor beni. Arkaya oturur, ayaklarımızı sallardık. Toprak yollarda sallana sallana, gülüşerek giderdik. Gölçayır’da yolcu alıyoruz. “Garajda karşılarım ben seni” dedi dün telefonda. “Olur” dedim. Aslında hiç gerek yoktu. Madem öyle istedi. Kim bilir o neler düşledi. Lisedeyken bir kez uzaktan uğurlamıştı beni. Otobüs hareket edince ağlamıştım. Gençlik işte. “Senede bir gün bizim şarkımız olsun” demişti. Ben mezun olup İstanbul’a gittim. Yollarımız ayrıldı. Yıllar sonra buldum telefonunu. Bir merhaba demek için aradım. Çok heyecanlandı. Evlenmiş. Çocukları büyümüş, evlenmişler. Bayramlarda falan bir merhaba diyoruz birbirimize. Otuz dokuz yıl sonra onu nasıl bulacağımı çok merak ediyorum. Güneş ışıkları ağaçların arasından süzülüp gözlüğün camına yansıyor. Benimle oynar gibi. Daha bir artırıyor heyecanımı. Çocuksu düşlere kapılıyorum. O zaman serbestçe gezemediğimiz okulun bahçesinde şöyle bir dolaşırız. Bahçe de değişmiştir. Cep telefonum çalıyor. Hay Allah bulamıyorum. Tamam buldum. Tanımadığım bir numara. -Efendim. “Seninle buluşmak istemiyorum. Eşime karşı saygısızlık etmiş olucam. Karımı çok seviyorum. Kusura bakma.” Telefon kulağımda donup  kalıyorum. Kanım beynime fırlamış. Bağırmak geliyor içimden. Avazım çıktığı kadar. Dağlardan taşlar kopup üzerime geliyor. Ne sandın sen beni ha! Yazıklar olsun! Terbiyesiz... Küstah... Ahlaksız... Karısına saygısızlık etmek istemiyormuş. Ulan serseri. Ben niçin geliyorum oraya ha... Niçin? Ne yapmaya? Sen kendini ne sanıyorsun?  İki yüzlü dönek Korkak herif. Ödlek. Madem öyle neden bir gün önce telefonda “ Ben gelir alırım seni garajdan” dedin. Başına silah mı dayadık. İçimden sayıp döktüm. Öfkeden çıldırıyorum. Canım yanıyor. Sanki eşek arısı sokmuş da zehri yavaş yavaş bedenime yayılıyor. Yalnızca ” Önemli değil “ diyebildim. Gerçekten önemli değilmiş gibi. O da hemen kapattı zaten. Söyleyecek ne kalmıştı ki. Kafasındaki her şeyi özetlemişti. ‘Nasıl önemli olmaz. Bunu bana nasıl yaparsın’ diyemedim. Yolun yeşili acı geliyor şimdi. İlk gençlik yıllarımın yakışıklı delikanlısı basit bir taşralı oluverdi gözümde. Keşke hiç gelmeseydim buralara. Geçmişi hiç kurcalamasaydım. Anılarımdaki o temiz, saf görüntüyü belleğimde saklasaydım. Artık dönüşü yok. Canım arabesk, şu halimle nasıl da örtüşüyor. Yaraya tuz basar gibi. Başka zaman olsa otobüsün sürücüsünü uyarırdım. Hiç seslenmiyorum. Kirazlı Bahçe, Sultandağı, Çay derken Afyon’a yaklaşıyoruz . Sürgüne gider gibiyim. O defterler dolusu şiir yazdığım ela gözlü, liseli aşkım benimle buluşamazmış. Namusu bozulur delikanlının. Yazıklar olsun... Garaj’a gelmeden iniyorum otobüsten. Doğru lisenin önüne. Bugün 30 Ağustos Zafer bayramı.   Lisenin vitrayla süslü ana giriş kapısına boydan boya Atatürk’ün Kocatepe’deki fotoğrafı asılmış.  Her yerde bayraklar. Böyle anlamlı bir günde Afyon’da olmak ne güzel. Resmi tatil diye okul kapalı ne yazık ki. İyice yaklaşıyorum. Camdan içeriye bakıyorum. Keşke girebilseydim. Taş merdivenlerden çıkıp sınıfımı görebilseydim. Kendi el yazımızla çıkardığımız duvar gazetesinin önünden her geçişimde adımı görüp gururla arkadaşlara gösterdiğim köşede acaba şimdi ne var? Birden yaşlar boşanıyor gözlerimden. Hıçkırıklarıma engel olamıyorum. Demir korkuluklara dayanıp özlem çekilen birine kavuşmanın sevinciyle ağlıyorum. Yitirilmiş bir anının ardından ağlıyorum. Babasının mezarı başında, başarmış bir çocuk hüznüyle ağlıyorum. Yoldan geçenler dönüp bakıyorlar, aldırmıyorum. Ağlayınca rahatlıyorum. İçimin zehri biraz olsun boşalıyor Birkaç fotoğraf çekip Zafer Anıtına gidiyorum. Merdivenleri çıkarken kırk yıl öncesinin iki saç örgülü, izci giysili kızı geliyor gözümün önüne. Her törende anıta çelenk koyan . Sonra Kıbrıs mitinginde kendi yazdığı şiiri okuyan heyecanlı, coşkulu ve aşık. Ne görkemli bir anıt. Avusturyalı heykeltraş Krippel tarafından 1936 da tunçtan yapılmış. İki kez dönüyorum etrafında. İlk kez görüyormuşum gibi inceliyorum kabartmaları. Atatürk, Fevzi çakmak, İsmet İnönü harita başında savaşı planlıyorlar. Başımı kaldırıp düşmanı ayakları altında ezen  askere bakıyorum. Anıta dondurmalı elleriyle dokunan çocukları uyarıyorum. İki merdiven arasındaki havuza  girip yüzmeye çalışan çocuklara kızıyorum.   Bir kaç fotoğraf da burda çektikten sonra çay bahçesine oturuyorum. Küçük mavi demlikte çay geliyor. Biraz daha iyiyim. Şimdi dedemlerin mahallesine gitmeliyim. Ama önce bu densize bir ders vermeliyim.  Doğruca dershanenin yolunu tutuyorum. Gözümde güneş gözlüğü beni tanıması olanaksız. Danışmada müdürü görmek istediğimi, kayıt için geldiğimi söyleyince beni odasına çıkarıyorlar. Şık döşenmiş, tipik bir müdür odasına giriyorum. Hemen ayağa kalkıp “Hoş geldiniz’ diyor. Sadece gülümsüyorum. Sesimi pek kullanmak istemiyorum. Zaten şaşkınlıktan konuşamıyorum. Karşımda koca göbekli, saçları dökülmüş, alnı kırışmış bir adam. Masada adı yazmasa o değil diyeceğim.  Sesimi değiştirerek oğlumun fen lisesinde çok başarılı bir öğrenci olduğunu, eşimin ataması nedeniyle Afyon’a yeni geldiğimizi falan söylüyorum. Diğer dershanelerin hemen burslu olarak kayıt yapmak istediklerini de ekledikten sonra dershane hakkında bilgi almaya geldiğimi belirtiyorum. Son derece kibar bir tavırla bir şeyler ikram etmek istiyor. “Zamanım yok teşekkür ederim “  diyorum. Başlıyor dershanenin ayrıcalıklarından söz etmeye. Gözlüğü çıkarıp “ Gördünüz mü Cengiz bey üzerinize atlamadım,  karınıza da saygısızlık yapmadınız. Bu kadar ödlek olmanıza ve bana hakaret etmenize gerek yoktu” deyip çıkmak geçiyor içimden. O güçlü öğretim kadrosunu, uyguladıkları programı falan anlatıyor. Uzattığı broşürleri aldıktan sonra teşekkür edip ayrılmak üzereydim. Akşehir’e döndükten sonra iki satır yazıyla onu utanca boğmak istiyordum.  “Öğrencinin adı neydi efendim” Diye sorunca çantamdan kartımı çıkarıp küçük bir zarfın içinde sehpanın üzerine koyup “İyi günler “ diyerek hızla odadan ayrılıp merdivenlere yöneldim. Arkamdan yalnızca şaşkın ,ezik, bitkin bir sesle adımı söylediğini duydum. Yüzünü görmek için dönüp bakmak istedim. Yap(a)madım. Koşarak uzaklaştım. Hafifleyeceğimi sanmıştım ama olmadı. Daha çok hırslandım. İçime öfke mikrobu girmişti bir kez, hızla yayılıyordu.    

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Saime Bircan Sak Arşivi